YAZIK OLDU SALEBE’DEN, YAZIK OLDU ! 15 TEMMUZ’DA MUKTEDİR’E


Herkese merhabalar değerli okuyucular, öncelikle 6 yıllık ara bana göre çok fazlaydı ve daha fazla arayı uzatmamak için biraz vurucu bir başlıkla karşınızda olmak istedim. Yazılarımız kesinlikle kimseyi hedef almayacaktır. Olanı olduğu gibi kendi penceremden bakarak anlatmaya çalışacak, tarafsız bakış açısında kalmaya çalışacağım. Kısacası kendi aramızda dertleşecek, Tarih Öğretmeni de olduğum için arada tarihi bilgiler vermeye çalışacağım.

İslam tarihinde Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed(S.A.V.) döneminde yaşayan sahabemiz vardı. Belki hayatını bilmesek de ”Yazık oldu Salebe’ ye” lafını duymuşuzdur. Gelin bu cümlenin söylenmesine neden olan hayat hikayesine bakalım;

”Medine Müslümanlarından Salebe, mala ve mülke karşı aşırı derecede hırslıydı. Zengin olmak istiyordu. Nihayet bir gün Sevgili Peygamberimizin huzuruna çıkarak şöyle dedi:

– Ya Rasulallah! Allah’a dua et de zengin olayım.

Allah’ın Rasulü, Salebe’nin bu isteğine şöyle cevap verdi:

– Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.

Salebe, bir süre bu hadisin anlamı üzerinde düşünerek benliğini saran aşırı hırstan birazcık olsun kurtuldu. Fakat bu duygu, onun yakasını bir türlü bırakmıyordu. Tekrar Peygamberimize müracaat etti:

– Ya Rasulallah! Dua et de zengin olayım.

Bu sefer biraz daha açık konuşan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

– Ben senin için kâfi bir örnek değil miyim? Allah’a yemin ederim ki isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp geleceklerdi, fakat ben kabul etmedim.


Rasulullah’ın sözlerine rağmen Salebe israr etti:

– Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki eğer beni zengin ederse fakir fukarayı koruyacak, her hak sahibine hakkını vereceğim.

Salebe’nin bu kadar ısrarına dayanamayan Rasulullah (sav):

– Rabbim Salebe’yi istediği mala kavuştur, diye dua etti.

Salebe bundan sonra koyun alarak otlatmaya başladı. Koyunları sürüler tutacak kadar çoğaldı. Daha evvel bütün namazlarını cemaatle kıldığı için “Cami Kuşu” diye anılan Salebe, artık sadece öğle ve ikindiyi cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini koyunlarının ardında, bazen de kaza olarak kılıyordu.

Salebe’nin kısa zamanda bereketlenip çoğalan koyunları Medine yakınlarına sığmaz oldu. Uzak çöllere, sulak yaylalara gitme gereği ile karşılaşan Salebe, artık öğle ve ikindi namazlarına da gelmiyor, sadece cumaları mescitte görülüyordu. Nihayet koyunları, ona Cuma namazlarını da unutturdu.

Bir gün Rasulullah (sav): “Salebe görülmüyor, nerededir? diye sordu. Sahabeler:


– Koyun aldı. Koyunları buralara sığmaz olduğundan şimdi çöllerde, sürüsünün ardında dolaşıyor, dediler.
Rasulullah (sav):

– Yazık oldu Salebe’ye!.. buyurdu.

İşte bu sırada zekat ayeti nazil olarak, mali durumu iyi olan Müslümanların, geçim sıkıntısı içinde bulunan kardeşlerine yardım etmeleri emredildi. Bu emre büyük bir istekle uyan Müslümanlar, mallarının bir kısmını, geçim sıkıntısı içinde yaşayan kardeşlerine seve seve verdiler. Salebe ise mallarının zekatını istemek üzere gelen görevlilere: “Bu sizin yaptığımız, düpedüz haraççılıktır.” diyerek onları eli boş çevirdi.


Haberi duyan Rasulullah (sav) üzülerek :

– “Yazık oldu Salebe’ye” sözünü tekrarladı.


Salebe, önceden; “Zengin olursam zekâtımı vereceğim.” diye yemin etmişti. Fakat sonra bu yemininden dönüp zekâtını vermeyince Tevbe Suresinin 75 ve 76. ayetleri nazil oldu. Bu ayetlerde, zengin oldukları takdirde fakirleri gözeteceklerini söyleyen kimselerin bu sözlerini unuttukları belirtiliyor ve onlar münafık olarak nitelendiriliyordu.

Ayetlerin kendisini münafıklar sınıfına dâhil ettiğini anlayan Salebe, Rasulullâh’a müracaat ederek yoksulların hakkını getirdiğini söylediyse de Rasulullah (sav) kabul etmedi. Üzüntülü bir şekilde:

– Senin yardımını alamam artık Salebe; Allah beni bundan men etti. Haydi git! diye karşılık verdi.

Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekir’e başvuran Salebe, sırasıyla Hz. Ömer ve H.Osman’a da müracaat etti. Ancak onlar da ;


– “Rasulullah’ın almadığı yardımı biz kabul edemeyiz” dediler. Salebe Hz. Osman zamanında ölürken kulaklarında şu sözler çınlıyordu:

– Ya Salebe! Şükrünü yerine getirdiğin az mal, şükrünü yerine getiremediğin çok maldan hayırlıdır.”
(1)

İşte bu kadar hazin dolu bir hikayenin kahramanı olan Salebe’nin günümüzdeki kardeşi ülkemizde 15 Temmuz Çetrefilli veya bir diğer ifadeyle Kontrollü Darbe olayını ”Allah’ın Lütfu” olarak gören Muktedirdir. Hatırlayalım toplum 28 Şubat Süreci gibi adı üstünde kötü bir süreci yaşıyordu ve dönemin muktedirleri toplumu baş örtüsü üzerinden dizayn etmeye çalışıyor ama istediklerini alamıyordu çünkü inançlı kesim her kötülüğe rağmen direniyor ters bir hareket yapmıyordu. Tamamen barışçıl gösteriler düzenleniyor, toplumun farklı kesimleri de baş örtüsü konusunu bu kadar gereksiz mesele haline getirenlere karşı içten içe rahatsızlık duyuyordu. 2002’de bu konuyu ve ekonomik sıkıntıları da yanında çözeceğini vaat eden bir siyasi irade seçimi kazandı. Toplumun büyük kesimi yeni siyasi iradeye büyük destek verdi. Siyasi irade topluma kendini kabul ettirebilmek için ilk döneminde toplumun geniş kesiminden insanları bünyesinde bulundurmaya çalıştı. Özellikle Yetmez Ama Evetçi Liberaller ile Gülen Cemaatinin desteği görünür olarak fazlaydı. Açıkçası ilk döneminde Avrupa Birliği’ne Giriş hayaliyle toplum %50’ye varacak kadar oy desteğini bu siyasi iradeye vermiştir. Hatta Kürt Sorunu’nun çözümü adına Barış Süreci adı verilen duruma Anadolu Halkı HDP ile beraber sancılı durumlar olsa da çözülsün desteği vermiştir. Tabi 2007’den itibaren Sarıkız, Ay Işığı, Balyoz Darbe Planı iddialarıyla beraber Ergenekon Soruşturmaları yapılırken ”Ben bu davanın Savcısıyım” diyen bir siyasi iktidarın olduğu ama ne hikmetse akim bırakılan 17 /25 Aralık 2013 Cumhuriyet Tarihinin en büyük Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonlarının akabinde 2014’ten itibaren Ergenekon Soruşturmalarına muhatap olan Askeri Komutanların siyasi iktidar ile el sıkıştığı iddialarını gördüğümüz bir dönemi gördük ve hala da görmeye devam ediyoruz. 15 Temmuz 2016 Çetrefilli veya Kontrollü Darbe olayıyla bu ”zoraki” evliliğin düğünü yaşandı. Askerin 600.000 kişilik mevcudunun sadece 8.000’i olan %1.25’i bu meşum olaya kandırılarak veya pusuya düşürülerek iştirak ettirilmiştir ve bu 8.000 kişinin %90 gibi kısmı da Askeri Okul Öğrencisi Er’lerdir. 13-14 yaşındaki bu çocuklara sırf günümüz muktedirinin gönlü olsun diye Müebbet Cezalar verilmiş ve Kamudan 200.000’den fazla masum insan ihraç ettirilmiştir. Neden peki? Çünkü asrın Salebe’sinin istediğinin olması gerekiyordu ve teşbihte hata olmayacak şekilde benzetme olarak bakarsak ”halkın içinden haram yemeyen masumlar olarak onun zulmüne karşı geldiğimiz veya namusluca yaşadığımız için biz zaten istediği yönetimin zararlı maddesiydik”

Tabi burada Yerli ve Milli Muhalefetimizin de Sürecin zulümle devam etmesine karşı sessiz duruşları da takdire ! şayandır. Tarih elbet bunu da not edeceği gibi inanıyorum ki Allah da bunu unutmayacaktır. CHP’nin çok çok sonradan yaptığı KHK Çıkışını takip etmiyor değilim ama hala Özgür Özel gibi isimlerin bu çıkışlara engel olması samimiyet duruşunu bozmaktadır. Meral Akşener’in tümden sessiz kalışı da hayra alamet değildir.

Evet kıymetli okuyucular biraz belki konuyu uzattım ama asrın Salebe’sinin kaybedeceği gün yakındır. Zaman olarak yakın kavramı da hep tartışmalıdır, neden hemen olmuyor diye kıvranıyoruz ama bilin ki bu Salebe çok büyük kaybedecek hem de öyle böyle değil çünkü herkesi kandıran bir tek Allah’ı kandıramaz. Bu arada kendimle ilgili bu süreçte neler hissettiğimi, neler yaptığımı kısmet olursa bir başka yazıda belirteceğim. Yepyeni yazılarda görüşmek ümidiyle.

KAYNAKÇA : https://www.masalsitesi.com/Yazik-Oldu-Salebeye-Masali.html#.Y1gmZHZBzIU (1)

DEĞERİ DÜŞÜRÜLEN AMA HİÇ BİTMEYECEK OLAN ERDEM ” DÜRÜSTLÜK ”


    cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle22211111.jpg               Tarihin var olduğu günden bu yana insanlığın hep savaşını verdiği bu uğurda nice canların gittiği 2 önemli kavram vardır. Birincisi ” KAYPAKLIK” ikincisi ise birincisinden daha zor olan ” DÜRÜSTLÜK ” tür.

                    Dersimizin birinde hocamız kurulduğundan bu yana 100 milyar insanın bu dünyadan tahminen gelip göçtüğünü söylemişti. Evet ilk insanlıktan bu yana büyük bir rakam gerçekten. Biz gelelim konumuza dürüstlük çok zordur insanın kendisini her daim hazır etmesini gerektirir. Her an bir sınav ile karşılaşabileceğini düşünmelidir. Buna güzel bir örneği bir önceki yazımızda değindiğimiz Hz.Yusuf örneği ile açıklayabiliriz. Hz.Yusuf Kuran-ı Kerim’de anlatılan kıssada Züleyha‘nın onunla birlikte olma teklifini reddetmiş ve iffetini koruma konusunda büyük bir dürüstlük örneğini sergileyerek adeta biz gençlere örnek olmuştur. Dürüstlüğünün delili ise gömleğinin arkadan yırtılması olmuştur. Ama madem ilk insanlıktan bu yana tahminen 100 milyar insan bu dünyadan göçüp gitti dedik başlığımızın konusuna en iyi örnek meşhur HABİL ile KABİL örneğidir. Neydi o kıssa kısaca bir hatırlayalım;  

Habil – Kabil; İlk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem’in oğullarıdır. Aynı batında doğmuş ikiz kardeşlerdir. Büyüyüp genç adam olduklarında Kabil kardeşinin evleneceği kıza talip olmuş, Hz. Adem bunun asla caiz olmadığını söyleyerek, birer kurban kesmelerini ve Allah’ın kimin kurbanını kabul edeceğini görmelerini istemiştir.

Neticede yüce Allah Habil’in kurbanını kabul etmiş, Kabil de kıskançlık yüzünden kardeşini öldürmeyi düşünmüştür. Kur’anı Kerim’de bu hadise şöyle anlatılmaktadır:

“(Habibim) Kureyş müşriklerine Adem’in iki oğlunun kıssasını iyice anlat. Hani onlar birer kurban takdim etmişlerdi de birisinin (Habil’in) kurbanı kabul olunup, öbürünün (Kabil’in) kurbanı kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (haset ederek, kardeşine):

– Ben de seni muhakkak öldürürüm demişti. Öbürü:

– Hayır, dedi. Allah ancak kendisinden korkanların kurbanını kabul eder. Eğer sen beni öldürmek niyetiyle elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbı olan Allah’dan korkarım” (Maide:27)

Aralarında böyle konuşmalar geçmiş ve Kabil kardeşini öldürmüştür. Sonra pişmanlık duymuş, dünya ve ahiret hayatında hüsrana uğrayanlardan olmuştur. Kardeşini gömmek için bir karga ona örnek olunca:- Eyvahlar olsun!.. Şu karga kadar bile olamadım. Kardeşimin cesedini gizleyemedim” demiştir.

Hz. Adem Habil’in öldürüldüğünü duyunca çok üzülmüş, Kabil’e beddua etmiştir. Kabil de babasından korkup Yemen diyarına kaçarak orada ateşe, toprağa, puta tapmaya, Allah’a isyan etmeye başlamıştır.

Kabil yeryüzündeki ilk cinayeti işleyen kişi olarak ebediyyen kötülükle anılır. Sevgili Peygamberimiz bir hadisi şeriflerinde:

“Haksız yere öldürülen her insanın kanının günahından, Adem’in oğlu (Kabil hesabına) bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti adet edenlerin önderi odur.” buyurmuşlardır. (1)

                              Verilecek o kadar çok örnek var ki inanın hele de ülkemizde yaşananlara baktığımızda varın günümüzün Kabillerini siz düşünün. Tarih kazanma kuşağında kaybetmeyen, Haram lokma yemeyen insanları kaydettiği gibi alenen Kaypakça Hırsızlık yapan insanları da kaydetmektedir. Sonuç olarak insanlık tarihinde ilk cinayet böylece başlamıştır. Kabil KAYPAKLIĞIN,CANİLİĞİN sembolü Habil ise DÜRÜSTLÜĞÜN, SEVGİNİN ilk sembolü olmuştur. Bu süreç kıyamete kadar sürecektir unutulmasın iyi insanlar hep Dürüstlüğü yüceltecek kötüler ise hep Kaypakça yaptıkları Egoistliğinin bedelini terazinin 1 gram şaşmadığı ahirette görecektir. Fakirin umudu ahirettir derler ya hep umudunuzun olması dileğiyle…

KAYNAKÇA : http://www.nkfu.com/habil-ile-kabil-kimdir-hikayesi/

                                  == EMRAH UZUN ==

EDEP, İFFET, HAYA ABİDESİ, GENÇLERE ÖRNEK PEYGAMBER HZ.YUSUF


                          cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle22211111.jpg       Güzel ülkemin gönlü zengin insanları sizler her şeyin en güzeline layıksınız. Bugün sizlerle sadece yakışıklılığıyla dillere destan değil hayatı yaşayış gayesiyle gençlere büyük rehber olan benim de yerine göre diğer peygamberlerden daha çok sevdiğim Hz. Yusuf’u anlatmak isterim.

Hz. Yusuf aleyhisselam Kerim kitabımız Kur’an-ı Kerim’de adı geçen peygamberlerimizden birisidir. Babası Yakub Peygamber olup nesebi Hz. İbrahim’e kadar varır. Yusuf Peygamberin 11 erkek kardeşi vardır ve babası da çocuklarının arasında en çok onu sevmektedir. Dolayısıyla kendisine olan bu ayrı muhabbetten diğer kardeşleri pek rahatsız olurlar. Ve bir gün Yûsuf (a.s) bir gece rüyasında on bir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yûsuf’un büyük bir adam olacağına işaret olduğunu anladı ve Yûsuf”a rüyasını ağabeylerine anlatmamasını tembihledi. Ancak, ağabeyleri bundan haberdar oldular ve Yûsuf’u öldürüp bir yere atmayı planladılar. Babalarından izin alarak, gezip eğlenmek bahanesiyle Yûsuf’u alıp kırlara,götürdüler. Onu bir kuyuya attılar, gömleğini de kana bulayarak, “Yûsuf”u kurt kaptı” diye babalarına yalan söylediler. Daha sonra oradan geçmekte olan bir kervan kafilesi kuyuya su içmek için yanaştıklarında Hz. Yusuf’u gördüler. Hz. Yusuf artık Mısır’a götürülmek için yanlarında götürülen bir köle idi. Ve Hz. Yusuf Mısır da Maliye Bakanına az bir fiyata satıldı. İşte can alıcı nokta ise bundan sonra cereyan edecektir. Maliye Bakanının karısı olan Züleyha gözünü Hz. Yusuf’a dikmiştir ve ne yapsa kurtulamıyor, gece gündüz artık onu sayıklamaya başlamıştır. Bir gün Züleyha bir fırsatını bulup Hz. Yusuf’u içeriye alıp kapıyı kilitlemiştir. Ona olan aşkını itiraf etmiş ve beraber olmaya çağırmıştır. Fakat Hz. Yusuf Kuran-ı Kerim’de anlatıldığı biçimde büyük bir feraset örneğini burada sergileyerek adeta günümüz gençliğine örnek olacak şu sözleri söyler: 

“Derken, evinde kalmakta olduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak:

-‘Seni istiyorum, hadi gelsene!’ dedi.

Yusuf:

-”Allah’a sığınırım! Çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Doğrusu zalimler hiç iflah olmazlar.’ dedi.”(Yusuf 12/23)

“Ben Allah’tan Korkarım”

İşte o anı anlatan Yeşilçam dönemi Hz. Yusuf filminden 2 görsel.

 

          Hz. Yusuf’un verdiği bu cevaba çok sinirlenen Züleyha arada yaşanan boğuşmada Hz. Yusuf’un gömleğini arkadan yırtar. Hz. Yusuf kapıyı açtığında Züleyha’nın kocasını karşılarında bulurlar. Züleyha kapıda kocasını görünce hem suçlu hem güçlü gibi davranır. Yusuf’a iftira atar;bana fenalık yapmak istedider. Ama Hz. Yusuf (a.s), bir şahidin ifadesi ile gömleği arkadan yırtıldığı için aklanır. Mısır sosyetesi arasında dedikodu yayılınca Züleyha/Rail, ziyafet tertipleyip önde gelen kadınları davet eder, Yusuf’u da karşılarına çıkarır; hepsi ellerindeki meyveleri kesecekken ellerini kesiverirler. Daha sonra Züleyha kadınların yanında Hz. Yusuf’a tehdit edecek bir biçimde onunla beraber olmasını yoksa zindana atılacağını söyler lakin Hz.Yusuf yine kendisinden bekleneceği gibi bu teklifi kabul etmez ve yaşadığı bu sıkıntılı durumu Kerim Rabbimize şöyle aktarır:

 “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer Sen, bu kadınların tuzağını/düzenini benden uzak tutmazsan, (korkarım ki) ben onlara meylederim de cahillerden olurum.” 

                          Sonuçta Hz.Yusuf bu iğrenç teklifi kabul etmediği için zindana atılır ve türlü mucizevi hadiselerin neticesinde zindandan çıkar ve zamanla gelişen çeşitli başka durumlar sonucunda Mısıra hükümdar olur. En sonunda kardeşlerine bir olayı vesile kılarak büyük bir ders vererek evladına yıllarca kavuşamamaktan gözleri kör olan babasına kokusunu ihtiva eden elbisesini kardeşlerine vererek bu elbiseyi yüzüne sürmesini istemiş böylece Yakub Peygamberin  gözlerinin yeniden görmesine vesile olmuş ve ailesine kavuşmuştur.

Sevgili güzel okurlar bir önceki yazımızda Yeşilçam dönemi yapımlarından Oğlum Osman filmini size anlatmıştık. İşte şimdiki yazımıza uygun Yeşilçam dönemi yapımlarından 1 Eylül 1973 yılında vizyona giren Senaryosunu ve Yönetmenliğini Nuri Akıncı’nın üstlendiği Yaşar Yağmur , Bahar Erdeniz , Nuri Altınok , Nuri Sencer , Yılmaz Gruda , Ömercik , Hakkı Kıvanç ve diğer birçok değerli oyuncuların yer aldığı Hz. YUSUF filmini Youtube‘dan izlemenizi gerçekten öneririm. Filmin afişini de paylaşmak isterim.hazreti-yusuf filmi afişi.jpg

Hz. Yusuf denildikçe aklıma hep onun çocukluğunu oynayan Türk Sinemasının Küçük Ömercik karakteri ve gençliğini oynayan Yaşar Yağmur gelir. Son dönemde 2009 yılında çekilen ve ülkemizde Kanal 7‘de yayınlanan Hz.Yusuf dizisi de çok sempatik olsa da Yeşilçam Dönemi yapımı benim için ayrı bir öneme sahip. 

 Günümüz gençliği büyük bir kimlik bunalımı içerisindeyken biz yetişkinlere inanın çok görev düşmekte kendi adıma ne ölçüde yaptığım tartışmalı ama buradan yazarak sizlerede bu konuda bilinçli olmamız gerektiğini söylemek istiyorum. Sevgiyle kalın…

 

== EMRAH UZUN ==

HAYATIN OLAĞAN AKIŞINI DEĞİŞTİREN SÖZ: “BİSMİLLAH”


                 cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle22211111.jpg   Sevgili okurlar bugün yeni ve çok güzel bir yazı ile sizlerle beraber olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Hoş gerçi şu aralar pek iyi günler geçirmesem de sizler için yeni bir şeyler yazmak beni inanılmaz mutlu ediyor iyi ki varsınız. 

                Konuyu daha fazla uzatmadan beni her gün söylediğimde çok mutlu eden bir kelimeyi sizlerle paylaşayım. Kadirşinas okurlar o kadar güzel bir dinimiz var ki inanın kıymetini bilmiyoruz. Güzel dinimiz İslam da yer alan kullanıldığında söylemesi çok hoş bir kelimeyi size anlatayım ” BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ” evet bu kelimenin tefsirini ben size yapamam ama bu kelime hayatımızın o kadar önemli kısımlarında yer alıyor ki söylemezsek içimiz rahat etmiyor. Yemeğe başlarken, bir işe başlarken, esnaf isek dükkanımızı açarken, arabamız var ise çalıştırmadan önce vs.. hep BİSMİLLAH deriz. Hayatımıza yön veren bir kelimedir, Bismillah dediğimiz de inanın bazen çok ilginç durumlara şahit olabiliyoruz. Mesela hiç çalışmaz dediğimiz, aküsü veya benzini bitmiş arabanız Bismillah deyip kontağı çevirdikten sonra çalışıp sizi ihtiyacınız olan yere kadar gitmenize ya da arabanızın tamirini yapacağınız yere kadar gitmesine yol açabiliyor. Yeşilçam Filmleri de bu sırlı kelimeye kayıtsız kalamamış ve benim Ramazan ayında küçükken hafızamda kalan bir film olan “OĞLUM OSMAN” adlı film ile Bismillah’ın önemini anlatan bir yapıma imza atmıştır. 1973 yılında çekilen film başrollerinde Fatma Belgen, Aytaç Arman, Nuri Altınok gibi ünlü isimlerin buluşturmuş ve filmin konusu ise bir babanın Avrupa’ya göndermiş olduğu oğlunun döndüğünde daha önce yaşadığı Anadolu kültürüne yabancılaşmasını ve İslam’ın güzelliklerini bir daha gördükten sonra tekrardan özüne dönmesini alır. Filmde beni en çok etkileyen 2 sahne var birincisi Aile sofraya oturduğu vakit baba oğlunu takip eder ve oğul (Aytaç Arman) yemeğe başladığında BİSMİLLAH demez ve ailenin yaşadığı yıkım anlatılmaz. İkinci sahne ise Aytaç Arman’ın ailesinin büyük çabası ve sabrı ile yeniden dinimizin güzelliklerini gördükten sonra camide iken ettiği o güzel dua sahnesidir. Size anlatmaya ne hacet o sahneyi Google’dan OĞLUM OSMAN yazın ve filmi büyük bir zevkle izleyin derim. Ayrıca bu sözün klibini çekmiş bir üstadımız var adı FATİH KOCA. RİSALE-İ NUR‘da Bismillahirrahmanirrahim sözünün çok güzel bir tefsiri vardır ve DERVİŞANE adlı ilahi grubunda da yer almış ve kendisiyle kısa bir konuşmamız olan Fatih Koca hocamız bu söze çok güzel bir klip çekmiştir. İzlemek isteyenler https://www.youtube.com/watch?v=ac_koCe-bdQ linkini tıklayarak veya kopyala yapıştır yaparak izleyebilirler. 

                             Değerli okurlar bahar da geldi malum toprak yeniden tüm canlılığıyla bize tüm imkanlarını sunuyor ve bizlerin istifadesine birçok ürün veriyor. Yaşadığımız her an bize bir BİSMİLLAH sözünü söyletme tebessümünü ettirecek kadar güzel ve de anlamlı kendinize çok iyi bakın..

EŞİNE AZ RASTLANIR KİŞİNİN EŞİNE DE AZ RASTLANIR


cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle22211111.jpg                      Değerli ve güzel insanlar sizler çok özelsiniz. Bugün sizlere çok sevdiğim bir söz üzerinden yaşadığımız şu hayatın farklı bir penceresinden baktırmaya, evliliğin güzelliğini ve eş seçimimizin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım. Nedir bu söz : ” EŞİNE AZ RASTLANIR KİŞİNİN EŞİNE DE AZ RASTLANIR ” 

                           Hayat türlü meşgaleler üzerine bina edilmiş ve biz insanlarda bu meşgalelerle uğraşıp gitmekteyiz. Hepimizin kendine örnek aldığı ve adeta onun gibi nasıl olabilirim dediği insanlar vardır. Bu Anne ve Baba da olabilir bir sanatçı, bir oyuncu, öğrencisine şefkatle davranan bir öğretmen, kanunları dikkatlice uygulayan ve vatandaşına güler yüzünü hiç eksik etmeyen bir polis de olabilir. Evet tüm bu kişiler hayatımızın belli dönemini işgal ederler ve bizlerde onların ahlakını edinmek isteyebiliriz. Ben kim olmak isterdim sorusuna gelince küçükken Ramazan Ayında İftar vakitlerinde Yeşilçam Filmi dönemi yapımlarından rahmetli sanatçımız Cüneyt Gökçer‘in oynadığı ( Hz. Ömerin Adaleti filmini mutlaka izleyin derim)adaletten, doğruluktan ayrılmayan, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)‘in ” İSTEMEZ MİSİN DÜNYA ONLARIN AHİRET BİZİM OLSUN ” iltifatına mazhar ettiği Hz. Ömer (r.a.) olmak isterdim. Olabildim mi bilemiyorum ama adaletli olmaya gayret göstermeye çalışıyorum diyebilirim. Hz Ömer’in sadece kendisi değil eşleri de tarihte büyük fedakarlık gösteren insanlardır. Hz. Ali ve eşi Hz. Fatıma da adeta birbirleri için yaratılmış kişilerdir. Ve bu güzel insanlardan Ümmü Gülsüm adında harika bir kız evladı doğmuştur. Günümüz kızlarını düşünüyorum da küçücük bir şey de hemen kızıp boşanmak istiyorlar. Evliliğin güzelliklerini anlatacak, rol model olacak insanlar olamadık henüz demek ki herkes birbirine tahammülsüz hale gelebilmiş. Neyse yazımızı anlatan sözün örneği misalinde kimler yok ki  Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi‘nin anneannesi Ertuğrul Gazi‘nin de annesi Hayme Ana ve eşi Süleyman Şah, Osmanlı Devleti’nin muhteşem padişahı Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan vb.. kişiler tarihe eşine az rastlanır isimler olarak damgalarını vurmuşlardır.

                                           Hayat bizler için büyük sürprizler barındıran adeta bir dönence. Güzel insanlar hepimiz sahip olduğumuz duygular yönünden ayrı bir zenginlik abidesiyiz. Allah(c.c.) bizleri eşine az rastlanır kişiler olarak yarattı ve inşallah eşine de az rastlanır kişileri de önümüze çıkarır ve bizler de bir elmanın iki yarısı misali birbirini tamamlayan parçalar olarak topluma örnek olacak insanlar  oluruz.

NAMI ATANAMAYANLAR OLAN KUTSAL MESLEK ”ÖĞRETMENLİK”


cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle22211111.jpg                     Socrates: ” Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine kıymet biçilemez ” der. Bir öğretmen topluma yön verecek olan kişilerin yetişmesinde çok önemli pay sahibidir. Evde aileden sonra eğitim olarak öğretmenler ikinci sırada gelir. Milli Eğitim Bakanlığımız eğitimde birçok ülkenin eğitim modelleri üzerinde çalışıyor ve her sene yeni bir ülkenin eğitim modelini öğrencilerimizde uygulamaya çalışıyor. Anlayacağınız öğrencilerimiz iyiden iyiye kobay durumuna getirilmeye çalışılmaktadır. Halbuki Milli Eğitim bilmez ki biz millet olarak duygusal bir milletiz ve eğitimimiz de doğal olarak öğrencilerimizin yarış mantığında çocuklarımızı yetiştirmeye elverişli değil çocuklarımıza şu sınav hayati bir konumda aman dersini iyi çalış çocuğum diyoruz oysa ki sevgi, saygı, değer verme vs… gibi kavramları çocuklarımıza öğretemiyoruz. Şu anki eğitim sistemimiz maalesef çocuklarımızı geleceğe hazırlamakta yetersiz kalmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayladığı ders kitaplarında mesela ön yüzünde bir şiir yazılmış ama şiirle ilgili arka tarafında yer alan sorular şiir ile ilgili değil şimdi çocuk işlenen dersle ilgili sorulan soruların mantıklı bir izahını göremeyince şaşırıp kalıyor. Sonunda müfredatta ne varsa çocuklarımıza vermeye çalışıyoruz ama nasıl veriyoruz belli değil. Eğitim sistemimizi yöneten bakanlarımız bir kere eğitim kökenli insanlar değil ve çocuklarımızın geleceğiyle bu insanlar oynamaktadırlar. Ahirette veremeyeceği hesaplarla karşı karşıyalar diyebiliriz. 

         Eğitimde son yıllarda yapılan öğretmen yetiştirme anlamında üniversitelerin sayısının arttırılması güzel bir gelişmedir. Şu an yanlış olmazsa ülkemizde devlet ve vakıf olmak üzere 193 tane üniversitemiz vardır. Sayı olarak çok olmaları güzel bir gelişme fakat bilimsel yayınlar, akademik hoca kalitesi, fiziki yeterlilik vs.. tür bakımından maalesef iyi bir noktada değiliz. Her sene çeşitli saygın kuruluşlar tarafından dünyanın ilk 200-500-1000 sıralaması yapılır ve bunların arasına bizden 2-3 üniversitemiz ancak katılabilmektedir. Bazen güncel araştırmalarda ise bu ilklerin arasına üniversitelerimiz girememektedir. Eğitim Fakültelerinin sayısı İkinci Öğretimlerde dahil olarak 2007′den itibaren hızlıca arttırılmış ve gereğinden fazla sayısal olarak öğretmen yetiştirilmiştir. Ayrıca Fen-Edebiyat Fakültelerine atanma sayıları yeterli olmadığı için Pedagojik Formasyon Sertifikası verilerek bölümleri öğretmenliğe tamamlama hakkı verilmiştir. Bu durum her ne kadar Fen-Edebiyat Fakülteleri açısından sevindirici olsa da Eğitim Fakültelerinde dirsek çürüten öğrenciler için haksız bir karar olmuştur. Burada Fen-Edebiyat Fakültelerinin hiçbir suçu yoktur suçlu sistemin bu hale gelmesine sebep olanlardır. Çünkü Fen-Edebiyat mezunları daha üniversitelerin Yüksek Lisans kadrolarına girememekte, Arşivlere yeterli sayıda tarihçi alınamamakta vs… kısacası mezun olan öğrencilere yeni iş alanları sunulmadan sen sadece oku, günü kurtarıcı çözümler sunmak bizde denilmektedir. Oysa ki okuyan bütün öğretmenler kalıcı bir çözüm beklemektedirler. Zaten üniversitelerin sayısının bir anda arttırılmasıyla okuyan öğrenciler işsiz statüsünde görünmemektedir ( niyet pek de masum değil yani )ve devlet günü kurtarma adına öğrencilere sen 4-5 sene oyalan,üniversiteye harcını da öde işsizlik rakamlarında gözükme demektedir.  Sonuçta kapıya dayanmış yaklaşık 350-400 bin dolayında yazımızın başlığı misali ” NAMI ATANAMAYAN OLAN KUTSAL MESLEĞİN SAHİPLERİ ÖĞRETMENLER ” sayıca birikmiş bulunmaktadır. Bu sorun giderek büyümektedir bakanlık açıklama yapmakta ve 90 bin dolayında öğretmen açığımız bulunmakta derken arkada biriktirilen 350-400 bin dolayındaki atanamayan öğretmenler de şu soruyu sormaktadır : Madem açık 90 bin idi neden 350-400 bin dolayında öğretmen adayını yetiştirdiniz ve arkada bir kambur olarak büyüttünüz. Hem oku diyorsunuz hem de atama yaptırmıyorsunuz bu ne perhiz bu ne lahana turşusu ” 

  Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk 25.08.1924 tarihinde Öğretmenler Birliği Kongresi Üyelerine hitaben şöyle demiştir : ” Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister. ”  Evet öğretmenlerimiz eğer atanabilirlerse böyle nesiller yetiştireceklerdir inşallah ama şu an durum hiç de düzelecek gibi gözükmüyor durumların düzelmesi dileğimle hoşça kalın.

  == EMRAH UZUN ==

OLAYLI MGD GECESİ VE AFFEDİLMEYİ HAK EDEN SANATÇI: SERDAR ORTAÇ


                                                            cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle22211111.jpg Güzel insanlar sizlerle geçmişe doğru bir yolculuk yaparak ta 1999 yılına kadar gideceğiz. Evet tarih bugün 12 Şubat 2016 bundan tam 17 yıl önce toplumun 28 Şubat 1997‘yi soğuk, kasvetli ve bir o kadar da ağır bir süreci yaşadığı dönemde Magazin Gazeteciler Derneği tarafından düzenlenen ve toplumun içinden çıkmış ve yeni yeni parlayan sanatçılara çabalarının karşılıksız bırakılmaması amacıyla verilen bir ödül töreni vardı ve bu programı da SHOW TV kanalı canlı yayınlıyordu.

                                        Toplum için bir şeyler yapan, gençlere iyi örnek olan sanatçılarımız bizim başımızın tacıdır.Geçmişte toplumumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan muhafazakar kesime zor ve acılı günler yaşattırıldı. Kızlarımızın başörtüsünün açtırılmaya kalkılması, üniversitelerde ikna odalarının bulunması, Kürt bir annenin oğluyla Kürtçe konuşamaması –ki Türkçe bilmediği için–  birçok kesimin tepkisine yol açsa da o dönem kasvetli havasıyla sürmekte idi. Bugün ise toplum içerisinde devletimizin kaldırdığı yasaklar hepimizin rahatlamasına vesile oldu ne kadar şükretsek azdır diyebiliriz.  Magazin Gazeteciler Derneği yapmış olduğu çalışmalarla topluma iyi mesajlar vermeye çalışan bir dernektir. Lakin 12 Şubat 1999 tarihinde canlı yayınla düzenlenen 6. Altın Objektif Ödül Töreninde akıl almaz olaylar yaşandı. Toplumun sağcısıyla, solcusuyla, muhafazakarıyla, demokratıyla vs.. kısacası her kesimden sanatçıların düşünürlerin bulunduğu bir salonda yılın enlerine ödül verilmekteydi. Ödül töreninin kırılma noktası köken itibarı ile Kürt asıllı bir sanatçı olan sevgili Ahmet Kaya’nın aldığı ödül plaketinden sonra söylemiş olduğu sözlerdi. Ne demişti Ahmet Kaya:” Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum ve bir de Kürtçe klip çekiyorum ve bu klibi de yayınlayacak yürekli insanların olduğunu da biliyorum yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum ” aman Allah’ım nasıl söylenir bu söz değil mi evet bugün bu söz o kadar masum bir kelime ki ama o dönem o kadar da masum bir cümle olarak algılanmadı ve etrafta bulunan adına ünlü, sözde sağduyulu olan kesimlere ait insanlar Ahmet Kaya’ya küfürler etmeye başlamış bir bayan sonra çıkan görüntülerde ” Yürekli bir televizyoncu yok mu size laf söyledi beyler” sonra bir başka erkek sesi arkadan ” Atın şu adamı atın atın ” gibi türünden laflar söyleyerek orada bulunanları galeyana getirmiştir. Tabi bununla sınırlı kalsa iyi bir de çatallar Ahmet Kaya’nın bulunduğu masaya atılmaya başlayınca Ahmet Kaya eşi Gülten Kaya ile beraber ödül törenini terketmek zorunda kalmıştır. Mahalle Baskısının yaşandığı o anlarda Ahmet Kaya’nın yanında aslan gibi duran 2 kişi vardır. Biri sanatçı Mehmet Aslantuğ bir diğer kişi ise rahmetli gazeteci Savaş Ay‘dır. Peki tüm bunlar yaşanırken içeride ne oluyordu sizce ortamın kasvetli olmasına neden olan kişiler o dönem yıldızı iyice parlayan sanatçı Serdar Ortaç‘ı gaza getirerek Atatürkçü söylemler söylemesine neden olarak 10.Yıl Marşı’nı söylettirdiler. Televizyon sunucusu Reha Muhtar da ”Bütün sanatçı arkadaşlarımı sahneye Bir Başkadır Benim Memleketim şarkısını söylemeye davet ediyorum ” diyerek bütün sanatçıların sahnede bu şarkıyı söylemesini sağlamıştır. O şarkıda kimler mi vardı kimler yoktu ki: Mahsun Kırmızıgül, Günel,Ferdi Tayfur,Serdar Ortaç,Reha Muhtar,Beyaz,Elif Karlı,Emel Sayın,Ajda Pekkan,Hande Ataizi, Sibel Turnagöl, Zara, İbrahim Erkal, Berna Laçin,Ebru Gündeş, Pelin Körmükçü, rahmetli Osman Yağmurdereli,Ece Erken vs.. ” evet tüm bu sanatçılar sahnedeydi ve biz size isimlerinin yazılı olduğu fotoğrafı da gösterelim. ahmet-kaya-ya-saldiri-gecesinin-ham-goruntuleri-5342652_2431_o

                                                  Evet değerli okurlar o gece bütün ağırlığıyla geçse de bugün o gecede sahnede olan sanatçılar şimdilerde kendilerini aklama derdindeler. Reha Muhtar kendisine sorulduğunda biz Bir Başkadır Benim Memleketim şarkısını söyleyerek tansiyonu düşürmeye çalıştık demiştir ama biz yer miyiz tabi ki de HAYIR.  Ama gerçekten pişman olduğuna inandığım tek kişi kim derseniz o da sevgili Serdar Ortaç‘tır. Kendisi bu olaydan büyük pişmanlık duyduğunu söyleyerek şunları söylemiştir: ”Hep beraber marşı okuyalım diyen bir ünlü oldu. Ahmet Kaya’yı kaldırdılar. 10. yıl marşını söyledik. Herkes nefret etti Ahmet Kaya’nın söylediklerinden. Büyük küfürler döndü. Bütün bunlar olurken bayağı bir zorlandı rahmetli. Ahmet Kaya asansöre yöneldi. Memleketim şarkısı söylenmeye başlandı.Ahmet Kaya’ya bir antipatim yoktu. Olması için bir sebep de yoktu. Orada her şey bir anda gelişti. Benim orada Padişah şarkısını söylememin belli bir anlamı da yok. Orada ellerin derken ben Kürtleri kastetmedim. O dönem zaten Kürt çayı bile denmiyordu.O gece 3-5 kişilik bir grup 10. Yıl Marşına geçmem için beni kışkırttı. Ben o zaman Atatürk aşığıydım, fanatiğiydim. Şarkıda Atatürk geçirmemin sebebi de odur. Atatürk’ü peygamber gibi gördüğümüz bir dönemdi. Ahmet Kaya keşke ölmeseydi. 16 yıldır hapsi isteniyordu kalbi dayanmadı. Ben o dönem çok mesaj attım hem Ahmet Kaya’ya hem de Gülten Hanım’a. Ama hep gönderilmedi diye mesaj geldi.

                                                Ayrıca Serdar Ortaç’ın birçok konserinde Ahmet Kaya olayından ötürü taşkınlıklar yaşanmış ve solistlerden birinin başı yarılmıştır. O dönem kendi içinde kasvetli bir havayla beraber yaşandı bunun sonucunda Ahmet Kaya ülkeyi terk ederek Fransa’ya gitmek zorunda kalmış ve orada vefat etmiştir. Sevgili okurlar gördüğünüz gibi hiçbir şey insan hayatından önemli değil. Evet Serdar Ortaç bence affedilmeyi hak ediyor çünkü geçmişiyle yüzleşebildi. Ya yüzleşemeyenler onların da nasıl yüzleşeceği Allah’ın takdirinde diyelim güzel günlerin her günümüzde olması dileğimizle hoşçakalın…

KÜSTAH FRANSIZ SPİKERE HADDİNİ BİLDİREN HARİKA İNSAN ” BARIŞ MANÇO ”


cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle11.jpg      Dünya’yı kim bilir kaç kez dolaşmış, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa‘yı anlatmış, Adam Olacak Çocuğu buluncaya kadar elinden geleni yapan, 7’den 77 ‘ye bütün çocukların gönlünde taht kurmuş, Türk Okulları‘nı tanıdıkça hayran olmuş ve en güzeli ise katıldığı Fransız Televizyonunda programı sunan sunucunun Türk Halkına olan ön yargısını harika bir örnek ile anlatarak ona haddini bildiren (birazdan anlatacağız )  herkesinde küçük büyük demeden hayranlığını kazanmış rahmetli sanatçımız Barış Manço’yu konuşacağız bugün sevgili okurlar.  

                                Tarihler 1 Şubat 1999‘u gösterdiğinde büyük üstadın ölüm haberi televizyonlardan verildiğinde daha 11 yaşındaydım. İnanın Barış Manço’nun hala ölümüne alışabilmiş değilim çünkü yaşadığı süre içerisinde büyük eserler ortaya çıkarmış ve hala da çıkarabileceği bir esnada bu dünyadan göçüp gitti maalesef. Evet ölüm hepimiz için geçerli kader planında ne 1 saniye ileri ne 1 saniye geri buna kendi şahsımda dahil önemli olan bizi bu dünyada ahiret adına yaptığımız yada geride bıraktığımız iyi işlerin çok olması.  Barış Manço 2 Ocak 1943‘te İstanbul Üsküdar da dünyaya geldi. Müziğe olan tutkusu Galatasaray Lisesi yıllarına rastlar. Yüksek Öğrenimini Belçika Kraliyet Akademisinde yaptı. Müzik dünyasına Kaygısızlar adlı bir grupla beraber giriş yaparak ilk albümlerini çıkarı ve geniş bir kitleye kendilerini tanıtırlar. Daha sonra zaten ünlü olan Moğollar grubu ile beraber çeşitli albümler çıkarmıştır. Barış Manço 1972 yazında askere gitmeden evvel Kurtalan Ekspres adlı grubu kurmuştur. Barış Manço’nun 200‘ün üzerinde bestesi bulunmaktadır. ” Gamzedeyim Deva Bulmam, Ölüm Allah’ın Emri, Hal Hal, Nazar Eyle, Can Bedenden Çıkmayınca, Gül pembe, Müsaadenizle Çocuklar, Ahmet Bey’in Ceketi vb…” gibi pek çok beste milyonların gönlüne hitap etmiştir. Albümlerindeki şarkılar Japonca, Arapça, Bulgarca, Flemenkçe, Almanca,Fransızca, İbranice ve İngilizce dillerinde yorumlandı. TRT‘de sunduğu 7’den 77’ye ve Adam Olacak Çocuk programları çok sevildi. Dünyanın birçok ülkesine gitmiş ve ülkemizi diğer devletler nezdinde sempatiyle bakılan bir ülke haline getirmiştir. Bu nedenle kendisine ” Barış Çelebi ” adı verilmiştir. Gittiği yerlerde Türk Okulları‘nı gezmeyi ihmal etmemiştir. Hatta Tayvan‘da bir olay sonucu nezarethaneye atıldığında onun yanına Fatih Koleji öğretmenlerinden 4 öğretmen gelmiş ve onun çıkmasına yardımcı olmaya çalışmıştır. Barış Manço bu olayı bir videoda anlatmış ve bu büyük fedakarlık karşısında çok şaşırdığını ve büyük hayranlık duyduğunu belirtmiştir. Kariyerinde tek bir sinema filminde oynamıştır. Filmin adı ” Baba Bizi Eversene” dir.

                                          Gelelim yazımızın en güzel kısmına ve küstah Fransız spikere Barış Manço’nun verdiği muhteşem cevaba. ” 

              Barış Manço Fransa’da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur. Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir. Sürekli, ” İşte Türk, yani barbar, vahşi vs… ” demektedir… Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere ” Yanınızda kâğıt para var mı? ” diye sorar!
Bu soruya spiker şaşırır ve ” Evet var ama n’olacak ” der. Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır. Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında “Anahtar” adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir: ” Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan” (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992). Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir… Barış Manço spikere sorar: ” Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim? ” Spiker: “General .” Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır, “General, Amiral, “Komutan” Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan” cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır… Barış Manço der ki: Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy’dur. Şairdir… Bu fotoğraftaki kişi Mevlana’dır. Düşünürdür… Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet’dir. Adaletin sembolüdür… Bu paradaki kişi ise Atatürk’tür. “Yurtta barış, dünyada barış” diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamlarımızın fotoğraflarını bastık… Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!” der… Barış Manço’nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar. Yeni spiker Barış Manço’dan ve Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir…(1)

                                        İşte bizden böyle büyük sanatçıların çıkması biz genç yazarlara, polislere ve öğretmenlere vs. büyük mutluluk vermektedir. Büyük üstat Barış Manço müziğin ne kadar evrensel boyutta olduğunu ve kendi kültürümüzü müzikle de yeni nesillerimize aktarabileceğimizi gösterdi. Yeni neslin Barış Manço’yu çok iyi tanıması gerektiğini düşünerek yazımızı Anahtar şarkısını internetten vs.. araştırıp dinlenemenizi tavsiye ederek Barış Manço’nun bir sözüyle bitiriyoruz:”Bir gün ölürsem, öldüğüm günü değil, doğduğum günü hatırlayın.”  

KAYNAKÇA:http://mk.zaman.com.tr/mk-tr/newsDetail_getNewsById.action?newsId=6813  (1)                         

                                                          == EMRAH UZUN ==

RENKLER AYRI OLSA DA EL ELE KURULAN YENİ DÜNYA DİLİ :” TÜRKÇE”


 

cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-cropped-kardec59flerimle11.jpg                 Sevgili okurlar Mustafa Kemal Atatürk 1932 yılında Türkçe’nin dünya dilleri arasındaki öneminden bahsetmiş ve şöyle konuşmuştur : ” Gaye, bugünkü ve yarın ki Türk’ün medeniyetini kucaklayacak en güzel ve en ahenkli dil Türkçe’dir. ” Evet dilimiz çok güzel ve özel bir dildir. 

Cumhuriyet döneminde Türkçe’nin geliştirilmesi ve halka anlatılabilmesi amacıyla 12 Temmuz 1932 yılında Atatürk’ün emriyle Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Türkçe dünya dilleri arasında yaklaşık 220 milyon insanın konuştuğu 5. dildir. Peki dilimiz sıralama da hak ettiği bir noktada mı derseniz tabi ki değil diye derim. Bu konuda çok ciddi adımların atılması gerekmektedir. Atılan hiç mi adım yok elbette var olmaz mı. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan‘ın Türk Dili’nin geliştirilmesi amacıyla medya da ticaret noktasında dükkanlarımıza, markalarımıza Türkçe isimler verelim demesi güzel bir gelişmedir. Asıl güzel gelişme ise Bu sene 14. üncüsü yapılması planlanan ” Uluslararası Türkçe Olimpiyatları‘dır. ” 2013 yılında ise adına Dil ve Kültür Festivali tanımını da yakıştırarak dünya ölçeğinde büyük organizasyonlarla ülkemiz dilini dünyaya tanıtmaya devam etmektedirler. Bu yarışmanın sloganları ise bir harika ” Yeni Bir Dünya, Sevgi Dili Türkçe, Renkler Ayrı Olsa da Dilimiz Bir vb..” O güzelim çocuklar ülkemize gelerek güzel kültürümüzden ” Kolbastı( Kazakistan),Ankara’nın Bağlarını(Tanzanya), Horon (Gana) ” oynamış ” Mehlika Sultan, Utansın Sıkılsın” şiirini okumuş, ” Bu Adam Benim Babam(Fatih Kısaparmak), Giderim(Ahmet Kaya) ” türküsünü okumuş ve sanatçılarımız tarafından büyük övgülere layık görülmüştür. Siyasilerimiz de bu büyük organizasyona kayıtsız kalamamış ve acayip şekilde büyük aşk ve şevkle iştirak etmişlerdir( her ne kadar şimdi bu organizasyonu kötüleseler de tarih bu kayıtları unutmaz). Bakın dünya üzerindeki güçlü milletler diğer milletleri etkilemek istiyorlarsa o ülkeye önce dilleriyle giderler. Bir ülkeye girmenin en kısa yollarından biri kendilerinin en büyük markasını ticaret maksadıyla o ülkede açmalarıdır. Ayrıca teknoloji vasıtasıyla ülkenin pazarına hakim olmak da çok mümkündür. Ama bunun olabilmesi de yalancı olmayacaksınız, dürüst çalışacaksınız, Allah(c.c.) ‘tan korkacaksınız kısacası tam bir mümin sıfatında işe koyulacaksınız. İşte o zaman sizi tutabilene aşk olsun. 

                                            Sevgili okurlar sizler çok değerlisiniz sizleri çok seviyorum emin olun çok güzel bir dilimiz var ve dünya üzerinde en çok konuşulan dil olabileceği gibi ilim dili olarak da kullanılabilir. Sitemizin sloganı ” Her yeni bilgi yeni bir hazinenin anahtarıdır” Sizlerin de her bilgiyi Türkçe olarak kullanmanız ve paylaşmanız dileğimle hoşça kalın.

                                                         == EMRAH UZUN ==

KIRILMA NOKTALARIYLA OSMANLI-RUS-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ (1711-2015)


cropped-kardec59flerimle32.jpg                Bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerek tarihin kırılma noktalarını bilmek ise  geleceğe güvenle bakmak demektir. Sevgili okurlar bugün sizlerle son günlerde Rusya Federasyonu Devleti ile yaşadığımız Suriye de düşürdüğümüz uçak gerginliği üzerine konuşacağız tabi bu konuşmamızı yaparken de tarihin tozlu sayfalarına bir göz atacağız.

                          Rusya’nın tarihe çıkış hikayesi 1492 yılında bir Türk Devleti olan Altınordu Devleti ile olan ilişkileriyle başlasa da özellikle başlarında Çar Deli Petronun bulunmasıyla ve 1711 yılında Osmanlı Devleti ile yapılmış olan Prut Savaşı ile başlar. Osmanlı Devleti 1683 Viyana Kuşatmasının başarısızlık ile sonuçlanması üzerine Avrupa da oluşan Haçlı Birliğine karşı yapılan savaşları 1699 yılında kaybetmiş ve her devletle ayrı ayrı olmak üzere Karlofça Antlaşmasını imzalamıştır. Karlofça Antlaşması sahip olduğu maddeler yönüyle çok ağır bir antlaşmadır ve bu savaşın getirdiği ağır moral bozukluğu da yanında cabasıdır. Bu antlaşmadan 1 yıl sonra 1700 yılında da Rusya ile 1686-1700 yıllarındaki savaşlar sebebiyle de antlaşma imzalanmıştır. İstanbul Antlaşması adı verilen bu antlaşma ile Azak Kalesi Ruslara bırakılmıştır. İşte bu yenilgilerin getirdiği moral bozukluklarını yenmek için bir fırsat bekleniyordu ve nitekim de 1711 yılında istenmeden de olsa oluştu. ” 1710 yılında Osmanlı İmparatorluğu Sultan III. Ahmed tarafından yönetilmekteydi. Rusya‘nın başında Çar Büyük PetroDeli Petro“,İsveç‘in başında ise XII. ŞarlDemirbaş Şarl” bulunmaktaydı. Demirbaş Şarl‘ın ordusu Poltava Savaşı‘nda Deli Petro‘nun ordusuna yenildi ve Osmanlı topraklarına sığındı. Bu arada Rusya‘nın Lehistan‘ın içişlerine karışması, Eflak ve Boğdan beylerini Osmanlılara karşı kışkırtması Osmanlı İmparatorluğunu rahatsız ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya‘ya karşı savaş ilan etti. Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa yönetimindeki ordu Kırım Hanlığı ordusunun desteğiyle Rusları Prut nehri kıyısında kıstırdılar. Bu mevzi,bir yanı bataklık bir yanı uçurum olan bir yerdeydi. Prut Savaşı denilen bu savaşı Osmanlıların kazanması üzerine Prut Antlaşması imzalandı. Antlaşmanın koşulları şunlardır:

                              Osmanlı Devleti bu savaşı kazanmasına kazanmıştı ama şimdide bitmeyen bir tartışma başlamıştı. Çünkü Rus ordusu Prut nehri etrafında çembere alınarak kıstırılmış ve istense o sırada Rus ordusu toptan imha edilebilirdi ama Çariçe Katerina Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırına arabulucular vasıtasıyla yanında sandık dolusu altınlarla gelince artık o sırada ne olduğunu ve ne yaşandığını bilemiyoruz (bu konu tarihçiler arasında ihtilaflı bir konudur ) fakat Baltacı Mehmet Paşa ve heyeti bu kadar kazanımların yeterli olduğu görüşünde birleşerek ve yeniçeri ordusuna güvenemediğinden Deli Petro’nun istediği barış antlaşmasını imzalamıştır.  1711 Prut Savaşından sonra Osmanlı Devleti ordu üzerinde eksikliklerin olduğunu görür ve ıslahatların ilk adımları bu dönemlerde atılmaya başlanır. Rusya ile bir başka kırılma noktası olan ilişkimiz 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıdır. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım fiili olarak bir Osmanlı toprağı olmaktan ve Karadeniz bir Türk Gölü olmaktan çıkmıştır. Rusya 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşması ile de Kırım’ı resmi olarak kendi bünyesine katmış ve Osmanlı Devleti de bu durumu kabul etmiştir. Ruslarla daha sonra Balkanlardaki Panslavist politikalarının tehlikeleri nedeniyle tarihte yerini 93 Harbi olarak  alan 1877-78 yılı savaşını yapmış ve Ruslar’ın İstanbul civarında yer alan Ayestefanos’a (Yeşilköy) gelmeleriyle mağlup olarak Ayestefanos Antlaşmasını imzalamıştır. Rusların fazlasıyla toprak sahibi olduğunu ve sınırlarının Akdeniz’e kadar uzandığını gören Avrupalı Devletler bu antlaşmayı kabul etmemişler ve yeniden bir antlaşma metni hazırlanmış ve ilk antlaşmanın maddelerinin kısmi düzeltilmesiyle Berlin Antlaşması imzalanmıştır. 1. Dünya Savaşı döneminde Rusya İtilaf Devletleri blokunda yer almış Osmanlı Devletinin de Almanların yanında savaşa girmesiyle Doğu Cephesinde bir kez daha Ruslarla karşı geldik. Çarlık Rejimi 1. Dünya Savaşı sürecinde Rusya’nın resmi yönetim şekliydi. Rusya savaş sürecinde hem siyasi hem de ham madde yönünden sıkıntı çekmekteydi. İtilaf Kuvvetleri ise Çanakkale’yi kolayca geçerek İstanbul üzerinden Osmanlı Devletini savaş dışı bırakıp gemilerle Rusya’ya ham madde ulaştırarak bütün sıkıntılarını halletmeyi planlıyordu. Lakin hesaba katmadıkları Kahraman Mehmetçiğimiz, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Seyit Onbaşı,Ezineli Yahya Çavuş,Binbaşı Mahmut Bey vb… gibi yiğitlerimiz sayesinde İtilaf Devletleri Çanakkale’yi kolay kolay geçemeyeceklerini çok acı bir şekilde anlamışlar ve savaş öngörülenden 2 yıl daha uzamıştır. Bu arada ham madde yardımı ulaşmayan Rusya da Çarlık Rejimi yıkılmış yerine Bolşevik Rejimi ilan edilmiştir. Rusya böylece Osmanlı Devletine karşı kazandığı toprakları iade ederek 1. Dünya Savaşından çekildiğini ilan etmiştir. 

                                    Ve sonunda geldik 24 Kasım 2015 yılında Rusya ile yaşanan Uçak düşürme olayına. 24 Kasım 2015 sabahı saat 09.19da Rus Hava Kuvvetlerine ait 2 Sukhoi Su-24 saldırı tipi bir uçak hava sahamıza yakın noktalarda dolanmaya başlamış ve uçaklara Türk F-16 uçaklarından 5 dakika boyunca 10 kez sınır ihlali yapılmaması ve hemen geri dönmeleri yönünde telsizlerden uyarılarda bulunulmuştur. Uçaklardan biri Suriye tarafına dönerken diğer uçak ise 17 saniye boyunca 1.36 mil ( 2.19 km ) hava sahamızı ihlal etmiştir. Türkiye ise 26 Haziran 2012 tarihli yeni askeri angajman kuralları doğrultusunda Rus uçağını düşürmüştür. Bu olayın yaşanmasıyla Rusya çok sert tepki göstermiştir. Çünkü 1950’li yıllardan itibaren Soğuk Savaş döneminden bu yana ilk defa bir Rus savaş uçağı NATO üyesi bir ülke tarafından düşürülmüştür. Şu anda Rusya Türk ürünlerine boykot kararı alacağını ilan etmiş ve yeni yaptırımların da geleceğini söylemiştir. Türkiye Cumhuriyeti ise uçak düşürme olayında sınır ihlali ve askeri angajman kuralları sebebiyle haklı olduğunu belirtmiş ve Rusya’nın tepkisinin anlamsız olduğunu belirtmiştir. Rusya açısından uçağının düşürülmesi dünya siyaseti açısından karizmasının ağır bir şekilde çizilmesi anlamına gelmektedir. Bilinmektedir ki Rusya çok uluslu bir devlettir eğer bugün uçağı bir NATO üyesi bir ülke tarafından düşürülürse yarın başka milletler tarafından neden düşürülmesin. Rusya’nın Türk ürünlerini boykot etmesi sebebiyle domatesin tanesi 6 liraya kadar dayanmıştır. Rusya şimdilik önceden Türkiye’den karşıladığı domates ihtiyacını Azerbaycan üzerinden karşılamaktadır lakin Rusya’da da boykot kararı yüzünden enflasyon aşırı şekilde yükselmeye başlamıştır. Putin’in boykot kararı dünya gündeminde prestijli gazetelerde makale yazılarıyla analiz edilmekte ve köşe yazarları şu tespiti yapmaktadır. Alınan boykot kararının 2 ülkeye faydası bulunmamaktadır ve Putin kendi ülkesinde bir anlamda kendi halkını da cezalandırmaktadır. 

                                 Değerli okurlar savaş hiçbir zaman çözüm değildir. Tarihte yapılan bir savaşın sonucu diğer savaşın nedenini oluşturabilmektedir. Temennimiz Rusya ile yaşanan bu siyasi gerilimin acilen son bulması çünkü bu gerilim kimseye bir şey kazandırmıyor aksine kaybettiriyor. Bizlerin en büyük amacı iyiliğin, güzelliğin tüm dünyada egemen olmasıdır. Rusya’yı domatesimizle terbiye edebilecek miyiz bilmiyoruz ama yazımızı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin şu güzel sözüyle bitiriyoruz :”  MEVLAM GÖRELİM NEYLER NEYLERSE GÜZEL EYLER ” 

KAYNAKÇA :

 (1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Prut_Antla%C5%9Fmas%C4%B1

                                                  — EMRAH UZUN —

SANATÇILARIN GENÇLERE VERDİĞİ KÖTÜ MESAJ ” AÇIK SAÇIK KLİPLER ”


cropped-kardec59flerimle32.jpg                    Ülkemiz sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle bütün dünya milletlerinin üzerinde yaşamak istediği bir cennet. İstiklal Şairimiz MEHMET AKİF ERSOY da İstiklal Marşı’n da ülkemizi anlatırken ” Kim bu cennet vatanı uğruna olmaz ki feda ”demiştir. Uğruna feda olacağımız bu topraklar üzerinde birçok sanatçı yetişmiştir. 

                          Ülkemiz gençliği son 20 yılda büyük değişimin yaşanıldığı bir evrede büyüdü ve büyümeye de devam ediyor. Gerek maddi gerek teknolojik olarak olanaklar arttı, şimdi yeni yetişen çocuklar 80-90’lı yılların sembolü KARA LASTİK ayakkabıyı görmüyorlar. Allah göstermesin tabi çocuklarımızı isteriz ki daha iyi imkanlar içinde büyüsünler onların her istediği alınsın lakin herkesin durumu da belli kiminin belki kara lastik alacak durumu da yok ve o ailelerin çaresizliğini Allah (c.c.) kimseye yaşatmasın. Evet yeni nesil diyoruz bu neslin ahlaklı yetişmesi konusunda sanatçılarımıza büyük iş düşüyor. Sanatçılarımızın şarkılarına çektiği klipler gençlerin büyük ilgisini çekmekte. Gençler rol model aldıkları sanatçıların yaşamına öykünerek onların yaşamlarını kendi yaşamlarına adapte etmeye çalışıyor, açık saçık kliplerdeki kızlar gençlerin şehvet duygusunu kabartıyor ve cinsel objelerin, görselliğin aşırı bir biçimde kullanılarak gençlerimize sunulması çeşitli tahrip olunamayacak travmalara gençliğimizde yol açabiliyor. İşte bu konuda sanatçılarımızı daha duyarlı olmaya davet ediyor onların çekecekleri kliplerde illa olacaksa daha kapalı bayanlarla bu klipleri çekmelerini istiyoruz. 

              Büyük Üstat Necip Fazıl Kısakürek ne de güzel söylüyor ” SEN TOHUM AT MEYVE VERMEZSE TOPRAK UTANSIN ” bizden söylemesi gençliğimiz iyi bir yolda değil el ele verip hep birlikte bu gençliğin gurur duyacağımız bir şekilde yetişmesini ve onların da yeni nesilleri  güzel bir şekilde yetiştirmesini sağlayalım.

— EMRAH UZUN —

TÜRKİYE’DE AHLAKLI YAŞAMIN YIKILMAYAN AMA ÇATIRDAYAN KALESİ ” AİLE KURUMU ”


cropped-kardec59flerimle32.jpg       Değerli okurlar sizlere bu hafta çok önemli bir konudan bahsetmek isterim. Biliyorsunuz  teknoloji çağını bir başka adla bilim veya milenyum çağını yaşıyoruz. İnternet, Tv, Gazete, Cep telefonları vb.. bir sürü yenilik aldı başını gidiyor. Hayat giderek teknolojik bir hal aldıkça insanlarımızda da giderek daha da belirgin hale gelen değişimler oluyor. İşte insanlardaki bu değişimi kendini kaybetme boyutundan koruyan bir kurum var nedir sorsak AİLE KURUMU diye cevaplamış oluruz.

                              Aile toplumun değişmez ve hep genel geçer olmuş yapı taşıdır. Bizlerin ortak sorumluluğu da yapı taşı olan bu kurumu korumak ve gözetmek olmalıdır. Şimdiki gençlere bu konuda büyük bir iş düştüğünü kabul etmeliyiz. Eskiden köylerde yaşam standart ve tek düzeydi. Geniş aile tipi yaşam yaygındı. Köyler de yaşayan toplum sabahın erken vakitlerinden itibaren gündüzleri toprağıyla meşgul olur akşam vakitlerinde ise komşuya, akrabaya ziyarete gidilirdi. Gece yarısına ise kalınmadan sohbetler bitirilir ve evlere gidilirdi. Uyku vakti ise 22.00-23.00’ü genelde geçmezdi (şimdilerde ülkemiz tv başında yarışma proğramları, ahlaksız diziler vasıtasıyla uyutulmuyor üstelik uyuşturuluyor tepki vermeyen bir nesil yetişsin isteniyor) . Eğer köylünün yapılacak bir işi varsa bu işte İMECE usulüyle çözülürdü yani köylü bir araya toplanıp sorunu olan kişinin sorununu hallederdi. Köyde yaşayan çocuklar okumak için bir kitap bulsa gerekirse mum ışığında o kitabı çalışmak için can atarlardı. Hayatı ve dini bilgileri babalarının veya dedelerinin anlatımı ve nasihatleriyle bir parça görmüş olur geri kalanını da tecrübe sahibi olarak gelecek nesillere aktarırlardı. Bu aktarıma da HALK İSLAMI denirdi. Köydeki çocuk doğal ortamı görür hayvanlarla bir arada büyürdü. Yediği yiyecekler genellikle doğadan olur ve şimdilerde popüler olan bir sözcükle anlatırsak ORGANİK BESLENİRDİ. Şehirde yaşayan kesim ise sanayinin gelişmesiyle beraber birçok yeniliğe de daha çabuk ulaşabilmektedir. Bugün 7-8 yaşlarında her çocuğun bir cep telefonu vardır. Şehirler de yaşam gelişmiş olmakla beraber birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Çekirdek aile tipi yaşam yaygın olduğundan baba ve anne çocuğuyla yeterince ilgilenememekte ve küçük yaşlardan itibaren çocuk çevresindeki arkadaşlarını etkisinde ailesinden daha da çok kalmaktadır. Kötü arkadaşlıkların sonucunda içki, sigara,uyuşturucu vb.. gibi birçok kötü alışkanlıkları edinmeyle karşı karşıya kalmaktadır. Kısacası köydeki çocuk basamakları teker teker çıkarken şehirdeki çocuk ise basamakları bir anda çıkarak kendini o girdabın içinde kaybetmektedir. Bugün annesine babasına karşı saygısız olan bir nesil yetişmektedir. Emniyet teşkilatının bu konudaki çabaları takdire şayan olsa da tam bir başarı sağlanılmamaktadır. Bu konuda ise öğretmenlere çok büyük bir iş düşmektedir. Öğretmen çocuğun içindeki ışığı yakan bir ateş misali rol model olan kişidir. Öğretmenlerimizin sorunlu olan çocuklarımızın aileleriyle işbirliği yapması ve kötü alışkanlardan çocuğu kurtarması kaçınılmaz bir görevdir. 

                            Türkiye teknoloji çağının yaşandığı şu yüzyılda aile değerlerini kaybetmeyen ender ülkelerdendir. Avrupa bugün aile değerlerini kaybettiği için tekrardan kazanmak için büyük uğraş veriyor iken  biz gençlerin bu konudaki sorumluğu yüksek lütfen toplumumuzun yıkılmayan ama çatırdayan kalesi olan aile kurumunu korumak için gereken büyük özeni gösterelim.

                                          — EMRAH UZUN —

KAMYONET KASASINDA ÖLÜME GİDEN HAYATLAR ACI ÖRNEK ” GÖLMARMARA ”


    cropped-kardec59flerimle32.jpg  Türkiye 6 Temmuz 2015 Pazartesi sabahı sahur vaktinden sonra bir kamyonetin kasasında Manisa-Salihli-Çökelek köyünden asma yaprağı toplayarak ailelerin ekonomilerine bir parça katkı sağlamak için yola çıkıpta Gölmarmara-Hacıveliler  mahallesi mevkisinde  iddialara göre bir süt kamyonunu süren şoförün uyuya kalmasıyla süt kamyonunun karşı şeride geçip kamyonet kasasındaki 15 kişinin ölümüyle (Allah’ın izniyle inşallah şehitlerdir. ) sonuçlanan trafik kazasına uyandı.                 

                         Tarım işçilerinin ilkel koşullarda işe gitmeleri 2015  Türkiyesinde yakışmayan görüntülere ve görmek istemediğimiz acı olaylara sahne olan bir durumu bize göstermektedir. Geçen sene Isparta’nın Yalvaç ilçesinde meydana gelmiş olan elma toplayan tarım işçilerinin bulunduğunu midibüs kaza yapmış ve 18 kişi yaşamını yitirmişti Daha bu olay ile ilgili Yalvaç Kazası raporu T.B.M.M. ‘de milletvekillerine dağıtılmamış iken geçtiğimiz 6 Temmuz günü de GÖLMARMARA’ya bağ yaprağı toplamaya giden 15 işçi kardeşimizin trafik kazası geçirip vefat etmesiyle sarsıldık. Salihli- Gölmarmara arasındaki yolun durumunu gayet iyi bilirim. Bende Gölmarmaralıyım bu yolun içler acısı halini gördükçe kahroluyorum. Yetkili devlet büyüklerimizin bu yol ile ilgili acil ilgilenmeleri gerekiyor. Bu yol araçlarını kullanan insanlar için adeta ÖLÜM YOLU olarak adlandırılıyor. Kazanın yaşandığı sabah saatlerinde kazanın yaşandığı yere giden Gölmarmara Belediye Başkanı Sayın Kamil Öz karşılaştığı durumları NTV televizyonuna anlatmış ve ” ( Ağlayarak ) O insanların sesleri kulaklarımdan gitmiyor. Bu yol çok dar 26 yıldır yapılmadı defalarca söyledik yol yapılsın diye ama maalesef yapılmıyor. Günde 10.000 aracın geçtiği yoğun bir yol burası özellikle tırlarda zaten dar olan yolu iyice kullanılamaz hale getirmiştir. Göreve başladığım 16 ay içerisinde 20 ölümlü kaza bu yolda oldu. ” demiştir. Daha sonra basında çıkan ve sosyal medyada da yayılan haberlerde ise yakın bir zamanda Gölmarmara Belediye Başkanı Sayın Kamil Öz 28 Mart 2015 tarihinde Ankara’da dönemin Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Sayın Lütfi Elvan ile bir görüşme gerçekleştirmiş ve bu yolun bir an önce ihale edilerek bitirilmesi gerektiğini Sayın Bakana söylemiştir. Yetkili olan devlet büyüklerimize bizde yazdığımız şu satırlarda sesleniyoruz lütfen acil olarak bu yol yapılsın sadece tarım işçilerimiz değil 1 kişi dahi yaralanmasın, hayatının baharında olan bu canlar yaşamını yitirmesin.

                         Türkiye Gölmarmara’da yaşanan 15 tarım işçisinin trafik kazası sonucu hayatını kaybetmesiyle bir gerçeği az da olsa öğrenme fırsatı buldu. Medyaya da bu konudaki duyarlılığı için teşekkür ederiz. Dileriz bu yol çabuk yapılır ve artık insan hayatı bu kadar ucuz olmaz. Herkesin her ne kadar hayat zor olsa da mutlu ve huzurlu bir biçimde yaşama hakkı vardır. Hani televizyonda bir trafik programında yer alan slogan vardı ya onunla yazımızı bitirelim. ”TRAFİK KURALLARINA UYALIM UYMAYANLARI UYARALIM

ÜNLÜLERİN ÇOĞUNDA EKSİK OLAN AMA EN ÇOK İHTİYAÇ DUYULAN ÖZELLİK” SAMİMİYET ”


                               cropped-kardec59flerimle32.jpg    Hepinize bir soru sorulsa ve şöyle dense ” ÜNLÜ OLMAK İSTER MİSİNİZ? ” çoğumuz NİYE OLMASIN diye cevap veririz herhalde. Kendi adıma soruyu yanıtlayayım ünlü olmayı da istiyorum olmamakta istiyorum çünkü ünlü olmak ateşten gömlek herkesin kaldırabileceği bir şey değil. Ünlü olmayı istiyorum çünkü sevdiğiniz hayranlarınız oluşuyor. Ünlü olduğunuzda çevrenizdekilere güzel örnek olabiliyorsunuz. Bir yandan da ünlü olmak istemiyorum çünkü siz alkışlara alışıyorsunuz o alkışların hiç kesilmesini istemiyorsunuz bir süre sonra alkışlar kesilirse moraliniz bozuluyor psikolojik çöküntü yaşıyorsunuz. İşte bu yüzden ünlü olmayı değil kendi ailemin ünlüsü olmak en iyisi diyorum.

                                       Aslında hayatın kendisi bir ateş ünlü olmakta ateşten giyilen bir gömlek. Ünlü olduğunuzda size ister istemez EGO duygusu bulaşabiliyor. Bunu aşmış olan ünlülerimiz var tabi ama aşamayan ünlülerimizin düştüğü haller ortada. Yıllarca ailesini ihmal etmiş,çevresini,sanatını kendisine küstürmüş,kötü alışkanlıklar edinmiş birçok sanatçımızın hayat hikayesini yok oluş hallerini ekranlarda hep izledik. Ve onlarda eksik olan hep bir şeyi aradık hep neydi o özellik ” SAMİMİYET ” evet çoğu ünlümüz bu sınavdan maalesef kalmaktadır. İsteseler bu konuda hayranlarını normal yaşamlarında nasıl rahat ve samimi yaşıyor iseler ekran karşısında da böyle yapabilseler israf yapmasalar, kaprislerle kavgalarla gündeme gelmeseler inanın bizim de onları daha çok sevdiğimizi görmeleri kolay olacaktır. Ayrıca bizler onları beraber karşılaştığımızda hep gülen yüzleriyle karşılık bulduğumuzu görürsek gerçekten egoistliğini aştığını gördüğümüzden daha da çok hayran olacağız.Çünkü halkımız sevgisini açık çek misali sonsuz kredi veren bir sevgiyle ünlülerine bağlanıyorlar. Bütün ünlüler mi hep böyle diyorsunuz tabi ki değil eski ünlülerden samimiyet konusunda örnek olan sanatçılarımız vardı mesela BARIŞ MANÇO, EROL TAŞ, KAYAHAN, CEM KARACA, CÜNEYT ARKIN, SADRİ ALIŞIK, EKREM BORA, NEŞET ERTAŞ vs… gibi çok örnek var yeni nesilde de yok mu elbette var örnek MERVE ÖZBEY, TUĞBA YURT, İREM DERİCİ, MUSTAFA CECELİ, BEYAZIT ÖZTÜRK, ATHENA GÖKHAN vs.. gibi ünlülerimizde yaşantılarıyla bize örnek olabiliyorlar. Tabi böyle yapmaya devam ettiklerinde bizlerin de gönüllerini daha çok fethedeceklerdir.

                                     Türkiye de ünlü olmak çok kolaydır hele de iletişim çağını yaşadığımız şu devirde ünlü olmamak pek de mümkün gözükmüyor. Bir bakmışsınız son dönemde çok sevdiğim MERVE ÖZBEY‘in şarkısında dediği gibi ” VURUR YÜZE İFADESİ BULUR SENİ BİTANESİ ” demişsiniz artık bir ünlü de siz olmuşsunuz. Hani sesim de iyi ya istesem ünlü olurum. Gerçekleşmesini istediğiniz tüm güzel hayallerinizin gerçekleşmesi isteğimle hoşçakalın güzel insanlar:)))

                                                              — EMRAH UZUN —

TARİHİ SEVDİRMEK AMAÇ İSE ÖRNEK ” MUHTEŞEM YÜZYIL ” DEĞİL ” DİRİLİŞ-ERTUĞRUL ”DUR


                    cropped-kardec59flerimle32.jpg              Son dönemde tarihi film ve dizi çeken yönetmenlerimizi ve arkalarında gerek maddi gerek manevi desteklerini esirgemeyen yapımcılarımızı kutlamak lazım amaçları itibarı ile güzel bir o kadar da önemli alanda boşluğu dolduruyorlar. Tarihi film ve diziler ile geçmişimizin sosyal, iktisadi, giyim kuşam vs…gibi durumları bize gösterilerek bizlerin bilinçlenmesine katkıda bulundukları da inkar edilemez bir gerçek. Her ne kadar eksikleri olsa da FETİH 1453 bu konuda sinema filmi olarak iyi bir örnek olmuştur.

                                     Tarih denince bazılarımızın bilip bilmeden ahkam kestiği olur. Bilmeden bir padişah hakkında KIZIL SULTAN yaftasını kolayca atabilmekteyiz. Halbuki bilmeyiz ki o KIZIL SULTAN denilen o padişahımız aslında ULU HAKAN ( II.ABDÜLHAMİD HAN )‘dır. İşte bu konuda tarihi dizi ve filmlerin bu yaftaları düzeltme yanlış bildiklerimizi doğruya çevirme noktasında çok önemli bir yeri vardır. Değerli okurlar bizler Türk Milleti olarak geçmişimizden bu yana Hikayeci Tarih anlayışına daha çok yatkın olmuşuzdur. Dedelerimizin yaşamış olduklarını kendimizde bazı eklemelerle çocuklarımıza ve torunlarımıza dolayısıyla geleceğe aktarırız. Evet yazılı metinlere itibar etmeden kulaktan dolma bilgilerle tarihi şahsiyetler hakkında bir şeyler söylemeye kalkarsak haklarına girmiş oluruz. Görsellik işte bu konuda bazı kulaktan dolma fikirleri düzeltme adına büyük fırsattır. Son dönemde ülkemizde bir MUHTEŞEM YÜZYIL fırtınası almış başını gidiyor Allah’tan o kadar muhteşem!! değil. Maalesef teknik ve bilgi olarak birçok hataları olan bir dizi ve içinde geçtiğimiz sene padişahımız KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN HAN‘ın ve HÜRREM SULTAN‘ın olduğu bölümler çekilmiş ve padişahımız zampara, haremden çıkmayan bir kişi Hürrem Sultanda entrikacı bir kadın ( ki onlar Hürrem Sultan’ın bilgisine kurban olsunlar ) olarak gösterilmiştir (buradan kendilerini kınıyorum tabi ). Şimdi ise MUHTEŞEM YÜZYIL KÖSEM SULTAN adıyla bu hafta içerisinde yayına başladılar. Bir kere şunu söylemek lazım Muhteşem Yüzyıl dizisinde gösterildiği gibi hanım sultanların elbise giyiliş tarzı öyle göğüs dekolteli falan değildir boyundan aşağısını göstermek hem haram kabul edilmiş hem de yasaktır. Ayrıca Harem herkese lanse ettirilmeye çalışıldığı gibi sadece Cinsellik yeri değil Saray içerisinde yer alan bir okuldur. Hareme ülkenin her yerine gönderilen yetkili kişiler 11-14 yaşındaki kız çocuklarını keşfederler. Bu kızlar hem güzellik olarak hem de dini ve fenni ilim noktasında haremde yetiştirilirler ve eğer nasip ise padişah da dilerse Harem içerisinden kendisine layık bulduğu biriyle de evlenirdi. Padişah ile evlenmekte haremde yetişen her kızın hayali olmuştur. Harem Ağası da fitne fesatları herkese yetiştiremez onun görevi sadece padişahtan gelen istek veya emirleri haremde yer alan hanım sultanlara ulaştırmak hanım sultanlardan gelen istekleri de padişaha ulaştırmaktır. Padişahta kafasına estiği gibi hareme giremez ( zaten ömrünün 46 yıllık sefer döneminde ancak 1,5 yılı sarayda geçmiştir )onun da kendine göre olağanüstü durumları vardır ancak öyle girebilir. Bir yönden böyle kötü halkımızı aşağılayıcı bir dizi örneği varken ki biz bu değiliz bir yönden de güzel bir örnek olan DİRİLİŞ-ERTUĞRUL dizisi de vardır. Gerçekten bu dizinin yapımcılarını kutlamak lazım Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini çok iyi yansıtmaktadırlar. Dönem içinde giyilmiş olan elbiseler,obada yer almış TÖRE dediğimiz yazısız kanunlar, boy içindeki mücadeleler, MOĞOL İSTİLASI‘nın Anadolu’da sebep olduğu korkunç sonuçlar ve dizinin müzikleri çok iyi seçilmiştir. Ayrıca başrol oyuncusu sayın ENGİN ALTAN DÜZYATAN‘ı kutlamak lazım ERTUĞRUL GAZİ rolünü çok iyi oynamaktadır. TRT 1 devlet televizyon kanalı da bir teşekkürü hak ediyor böyle güzel bir diziyi halkımıza kazandırdığı ve izlettirdiği için. Çünkü bir yerde yanlış bir şeyler yayınlanıyorsa bir yerde de doğru şeyler yayınlanarak çok güzel cevap veriliyor. Ayrıca TRT 1’in FİLİNTA dizisine de değinmeden geçemeyeceğim Osmanlı dönemi POLİSİYE tarzı bir diziyi çok güzel anlatmışlar. Çocukların ve gençlerin hayal dünyalarının gelişmesine iyi bir örnek oldular. Teknik olarak da ilk 2-3 bölümü HOLLYWOOD yapımlarına taş çıkartmıştır. 

                                              Değerli okurlar bakış açısı olarak madalyon hesabı gibi düşünürsek madalyonun bir tarafında iyi şeyler var ise bir tarafında da kötü şeyler yapılmaktadır. Bize düşen kötü olan şeyi araştırıp doğruyu bulmak ve çocuklarımıza doğru olanı aktararak bilinçli bir nesil yetiştirmek iyi şeyleri de takdir edip daha iyisinin yapılmasına vesile olmaktır. Böyle güzel yapımların daha çok olması dileğiyle hoşçakalın…

                                                                  –EMRAH UZUN —

AMACINA GÖRE NİYETİ DEĞİŞEN MESLEK ” GAZETECİLİK ”


 cropped-kardec59flerimle32.jpg Değerli okuyucular bugün sizlerle çok önemli bir yazıyı paylaşmak isterim. Konumuz çalışma şartları zor olan ama amacı yönüyle de yazdıklarının iyi veya kötü sonuçlara  sebebiyet verdiği GAZETECİLİK mesleği. 

                                  Gazetecilik ülkemizde zor zanaat olan mesleklerden biri ve milenyum çağı olarakda adlandırılan 2000’li yıllarda insanların
haber alma özgürlüğünü en iyi şekilde ulaştırmaya çalışan bir meslek. İnsanlık teknolojik yönden yeni buluşların başdöndürücü bir hızla izlediği bir evreyi yaşarken buna insanlığın da uyum sağlaması bir o derece önem kazanmaktadır. 1990’lı yıllara gittiğimizde ülkemizde o dönem 8. Cumhurbaşkanımız olan rahmetli TURGUT ÖZAL  beyefendi bulunmakta idi. Ülkemizde o dönem ev telefonları yeni yeni yayginlaşmaya başlamış ve Türkiye içe kapalılıktan dışa açılmaya da bu dönemde başlamıştır. Türk insanı yeniliğe daima açık bir millettir. Gazetecilik mesleği de bu yenilklerden nasibini almıştır. Ülkemizde cep telefonu görüşmelerinde 3G kullanımına başlanmasıyla Gazetecilikte bundan nasiplenmeye başlamıştır. Artık ana haber bültenlerinde canlı bağlantılar 3G ile birlikte yapılarak insanlara son durumlar anında ve hızlı bir biçimde verilmeye başlanmıştır. Ayrıca çoğu televizyon kanallarımız da yayınlarını daha da kaliteli yansıtmak amacıyla HD yayınına geçmiş ve haberler, diziler, spor karşılaşmaları vs.. daha da kaliteli bir şekilde sunulmaya başlamıştır.

                                 Gazetecilik mesleği demişken işin teknik yönünü ve nimetlerini anlatmışken bilir de insani yönüne bakalım isterseniz. Gazetecilik mesleğinde uğraşan tüm arkadaşlarımızın üzerlerinde ( farkında olan yada olmayan ) büyük bir yük vardır. Yani bir haber yapıldığında bu haberin sunuş şekli, hedef kitlesi, sebep olduğu sonuçlar, toplumun hassasiyetleri vs.. bunlar çok önemlidir. Gazetecilerin maalesef toplum önünde sevmediği ve en çok mağdur ettiği kesim  ülkesinin bekası için can siperane çalışan, yerine göre askerin dahi giremediği yerlere giren, her türlü zorluğa katlanan ve arkasında hiçbir dayısının amcasının olmadığı ve bu yüzden bir haber yüzünden mesleğinden olan ” POLİS ” lerdir. Bakın polisler mesai saati nedir bilinmeyen bir mesleğe sahip meslek grubudur. Medyanın polislerin sorunlarını görmezden geldiği de aşikar. İşgüzarlık yönünden gazeteciler bu mesleği hep kötü göstermeye çalışmaktadırlar. Bir örnek verelim ve gazetecinin amacı yönünden bir haberi 2 yönden inceleyelim. Mesela 3-5 Polis Memuru biraraya gelse ve bu yaz gününde serinlemek için bir kavun,karpuz alsa ve masada kesip yese ve gazeteci de bu duruma şöyle başlık atsa :  ” POLİSLER KARPUZ YİYOR GÖREVİNİ İHMAL EDİYOR ” sizce ne olur. Büyük ihtimalle haklarında görevi ihmalden soruşturma açılır ve meslekten ihraca kadar yol gider. Halbuki bu habere şöyle bir başlık atılsa : ” ŞU ZOR GÜNLERDE FEDAKAR POLİSLERİMİZİN MÜTEVAZİ MASASINA KONUK OLDUK ” şimdi ne olur. Medyanın Polislerin durumunu çektikleri sıkıntıyı anlatmasıyla insanlarımızda Polisimiz gerçekten çok çalışıyor onların da şartlarının kolaylaştırılması gerekiyor fikri oluşur. İşte haberin verildiği bu 2 duruma da son dönemde moda tabirle ” ALGI OPERASYONU ” derler. Medya’nın polisimize bakış açısını isterseniz bir karikatür örneğiyle ele alalım ..medyanın polise bakış açısı

                            Gazetecilik ülkemizde çalışma şartlarıyla zor ve haberi hazırlayanın niyetiyle de vebali büyük olan meslek. Bu meslek kötü amaçlara umarım hizmet etmez. Çünkü bu devirde bir haberle bir insanı da harcarsınız bir insanı da kazanabilirsiniz. Hangisi daha güzel karar siz vicdan sahibi olan değerli okuyucularımızın. 

    – EMRAH UZUN –

TÜRKİYE’NİN TÜRKÜLERLE ” GIMILDANAN ” ŞEHRİ MANİSA


cropped-kardec59flerimle32.jpg              Tarihte Manisa eski adıyla MAGNESİA çok önemli devletlerin geçiş güzergahında bulunmuş ve çok önemli bir yer tutmuştur. Manisa’ya hakim olmak demek bir sonraki adımda İzmir’e hakim olmak demekti. Çünkü Manisa ve İzmir birbirine çok yakın iki şehirdir.Dolayısıyla Manisa çok stratejik bir konumu işgal ettiğinden bütün devletler Manisa’ya çok önem vermiştir. Lidyalıların ticarette kullanmış olduğu ” KRAL YOLU ” Manisa üzerinden geçmekteydi. Osmanlı Devleti Manisa’ya Saruhanoğulları Beyliğinin bu bölgede adının olmasından dolayı buraya Saruhan Sancağı adını vermiş ve birçok şehzadelerini de bu şehirde yetiştirmiştir. Mesela İstanbul’un Fethi’nin mimarı Fatih Sultan Mehmet Han bu şehirde tecrübe kazanmıştır. Sadece şehzadelerin değil Şeyhlerin de yetiştiği şehirdir Manisa. Manisa’nın GÖLMARMARA ilçesinde yaşamış olan Ahmet Marmaravi Hazretleri güzel yaşamıyla herkese örnek olmuştur. Ayrıca bu güzel ilimizde yaşamış,  tüm halkın sempatisini kazanmış lakabı ” MANİSA TARZANI (Ahmettin Carlak 1899-1963 ) ”  olan bu harika insanda Manisamızın değerleri arasındadır.            

                Lakin sizlere Manisa’yı siyasi tarihinden çok bugün türküleriyle anlatmak isterim. Son dönemde televizyon,internet ( youtube,facebook, twitter gibi ), ve çeşitli toplulukların hazırlamış olduğu kliplerde Manisa türküleri önemli yer kaplamaya başladı. Başta gelen birkaç türküyü yazacak olursak Hasan Avcı’nın yazmış olduğu ” ATEŞ ATTIM SAMANA ( GIMILDAN ) ” Haydar Barçın’ın eseri ” KIRMIZI BUĞDAY AYRILMIYOR SEZİNDEN ” Ve Memleketim olan güzel ilçesi Gölmarmara’ya ait olan sevgili Müjgan Erkanlı’nın ” MERMERENİN YOLLARI ” türküsü güzel örneklerdir. Manisa’nın doğal yeşilliğini, temiz havasını anlatan birçok türkü var olmasına rağmen bunlardan bir tanesi çok öne çıkmaya başlamıştır. ATEŞ ATTIM SAMANA ( GIMILDAN ) Türküsü bundan 3 yıl önce 2012 yılında genç Türk Halk Müziği sanatçısı Necdet Kaya’nın albümünde kendisine yer bulmuş ve bu çalışma çok sevilmiştir. Dinlemek isteyenler şu linkten dinleyebilirler  (https://www.youtube.com/watch?v=zb29JbGp66s )Daha sonra geçtiğimiz 2014 yılında Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın CENGİZ ERGÜN’ün girişimiyle Manisa’yı amatör sanatçıların sesinden tanıtıcı bir klip çekme ( MANİSA İÇİN ÇAL ) fikriyle bu türkü Manisa’nın 17 güzel ilçesinde çekilmiş ve şehrin güzel bir tanıtımı yapılarak Sosyal Medyada çok ses getirmiştir. En son ise topluluk anlamında Sosyal Medyada fırtınalar estiren DOĞA İÇİN ÇAL grubu 6. klibini (https://www.youtube.com/watch?v=Qc8cGLUPfhE linkinden bakabilirsiniz ) ÇÖKERTME türküsüyle beraber ATEŞ ATTIM SAMANA(GIMILDAN) Türküsüne amatör ve usta seslerin katılımıyla çok güzel bir klip çekmiştir ve bu klip internette,çeşitli müzik kanallarında dönmeye başlamıştır.              

                 Güzel Türkiyemizin her yöresinin buram buram Anadolu kokan türküleri tarih boyunca hep keyif verdiği gibi Manisa yöremizin türküleri de bir ayrı keyif vermeye hayatımıza neşe katmaya devam edecektir. HAYDİ GIMILDAN MANİSA GIMILDAN TÜRKİYE…

                                                                     -EMRAH UZUN-

DİLLERDEKİ SON İSTEK: GERİ GEL EY OSMANLICA


cropped-kardec59flerimle32.jpg                           Üzerinden çokça bir zaman geçse de özellikle de tarihçilerin çok sık kullandığı ve bir o kadar da sevdiği bir kelime var nedir: ” Tarih seni affetmeyecek .” Evet değerli tarihçi meslektaşlarım geçtiğimiz günlerde Antalya’da düzenlenen 19.Milli Eğitim Şurası’nda dile getirilen liselerde zorunlu Osmanlıca dersi uygulamasının tavsiye kararı olarak kabul edilmesini çok olumlu bir gelişme olarak görmekteyiz. Bu kararın alınmasında biraz daha geç kalınsaydı galiba tarih bizi affetmeyecekti.

                                    Toplumların geçmişini bilmesinde en büyük kaynak toplumların oluşturduğu  1. elden kaynak olan Yazılı Belgelerdir. Bunlar Kitabe, Lahit, Anıt vs… tarihçilerin üzerinde çalışmalar yapıp o dönemin toplumu hakkında belli bir fikre vardığı kaynaklardır. Ondan sonra ikinci sırada dönemi oluşturan Sözlü Kaynaklardır Mesela her ne kadar Türk Tarihinde geçiş dönemi eseri olsa da  Dede Korkut Kaynakları’nı bu konuda örnek gösterebiliriz. Son kaynak  ise o dönemin coğrafi olarak yakınında bulunanların ( komşu devletler vs..) yazmış olduğu Yardımcı Kaynaklardır. Tarihçilerin üzerinde çalıştığı devletler tarihi açısından kaynak zenginliği açısından Osmanlı Devleti arşivleri bizlere umman bir deniz misali çok yardımcı olmaktadır. Lakin yakın tarihimizde arşivlerimiz konusunda büyük bir ayıp yaşamışızdır . Osmanlı Devleti arşivlerinin bir kısmı  1. Dünya Savaşı’nın sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyet’inin bir ayıbı neticesinde Bulgaristan’a hurda ve ve çöp kabul edilerek yok fiyatına satılmıştır bu konu bir başka yazımızda ele alınacaktır detaylı bir bilgiyi Araştırmacı-Yazar Mustafa Armağan’ın yazdığı şu siteden edinebilirsiniz ( http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/osmanli-arsivi-bulgaristana-nasil-satildi_2175323.html )                                    

                                Geçtiğimiz hafta içerisinde 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan Osmanlıca dersinin liselerde zorunlu olarak okutulmasına yönelik  tavsiye kararı tarihçiler açısından sevindirici bir gelişme olmuştur. Osmanlıca gerek içerisinde bulunan zengin kelime dağarcığıyla gerekse eski kelimelerin kulakta hoş bir tını bırakmasıyla birçok gencin tarihini öğrenmesi ve geçmişinin birikimini geleceğe aktarabilmesi  bakımından son derece önemli bir dildir. Ülkemizde bu dili yeni nesile aktarabilme bakımından çok değerli üstatlarımız bulunmaktadır. Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Feridun M. Emecen, Özlem Kumrular, Mustafa Alkan, Şennur Şenel, Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu, Tufan Gündüz, Altan Çetin, Yılmaz Kurt ve değerli birçok tarihçi hocamız yetiştirdiği değerli öğrencilerle geçmişimizin bütün güzelliği olan bu dili geleceğe aktarmaya çalışmışlardır. Mesela bir örnek vereyim bugün kullandığımız ” hayal ” kelimesi Osmanlıca da ” tahayyül ” dür. Bakın söylemesi bile çok hoştur ve bunun gibi binlerce kelimenin içine girince gerisini siz düşünün. Bugün arşivlerimizde çözülmesini beklediğimiz 95 milyon arşiv belgesi bulunmaktadır. Ne hazindir ki bugün bizim çözemediğimiz belgeleri elin Amerikalı, İngiliz’i, Fransız’ı çözmeye çalışıp Osmanlı Devletinde kullanılan yönetim sistemleri, mahkeme kayıtları, arazi kayıtları vs..  gibi birçok konuda günümüze de etki edebilecek veya örnek alınabilecek durumları kendi memleketlerine aktarmaktadır ve bizde bu durumu böylece izlemekteyiz. Bu duruma bir son vermesi, gençlerimizin yeni neslin dedelerinin diline aşina olması geçmişte neler yaptıklarını bilmesi geleceğe aldıkları aktarması açısından son derece önemli bir adım olarak görülmektedir. Ayrıca senede 3.000-4.000 mezun veren ve KPSS’de ancak 200-300 ataması olan Tarih  Öğretmenleri’nin eğitimde yeni bir alan bulabilmesi açısından son derece önemlidir.  Yalnız burada 2 önemli nokta dikkati çekmektedir. Birincisi Arşivlere okutman veya öğretmen alınırken yeterli sayıda kadro verilmemekte ve ancak 2-3  yılda bir 50 kişi civarında bir alım yapılmaktadır geriden gelen mezunları da düşündüğümüzde atama sayısı çok az olarak karşımıza çıkmaktadır. Derhal arşivlerimize daha fazla öğretmen alınarak bu sayı yükseltilmeli ve açığımız kapatılmalıdır. İkincisi ise Osmanlıca dersini zorunlu olarak liselere getirirken bunu faşizan bir sistemin ihtiva ettiği bir biçimde benim istediğimi şekilde öğrenecek ve öğrendiğinde de sana belirlediğim alanlara kadar ancak inceleme yapacak sınırlı bir alan üzerinde hakimiyetin olacak denilmemelidir arşivlerde görev yapacak öğretmenlerimiz istediği belgeyi okuyabilmelidir. Böyle bir tutum gençlerimize tarihini sevdirme amacıyla her ne kadar yola çıkmış olsak bile kötü sonuçlar doğurabilmesine de yol açabilir o yüzden dilimizi öğretirken bunun planlamasını çok iyi bir biçimde yapmalıyız. Alınan son duyuma göre Milli Eğitim Bakanlığı’nın Hayrat Vakfı ile kamu kurumlarında ve liselerde Osmanlıca dersini öğretmesi için Türk Dili ve Edebiyatı ve Tarih Öğretmenleri’ne 150.000 kadro verilmesi amacıyla protokol imzalanmış. Eğer proje hayata geçerse atanamayan Tarih Öğretmenlerimiz açısından umut verici bir ışık olacaktır.

                              Bir millet tarihiyle övünür bir devlet tarihiyle güçlüdür. Geçmişten bu yana büyük bir haksızlığa uğrayan herkesin istediği ama hep gölgede bırakılan dilimiz nihayet milletiyle buluşuyor. Milletimiz yılarca dillerindeki son isteğini giderme hasretini dindirecek ve gelecek nesiller geçmişini inşallah daha da iyi anlayabilecektir. Yazımızı Namık Kemal’den özgürlüğü anlatan bir sözle bitirelim; “Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten.  Anlamı: Ne kadar büyülüsün özgürlük hissi, sana tutsak olduk ama esirlikten kurtulduk. ”  

                                                                    — EMRAH UZUN —

EMNİYET TEŞKİLATININ SORUNLARINI ÇÖZECEK ” KİMSE YOK MU? “


cropped-kardec59flerimle32.jpg                    Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu Osmanlı Devleti’ne dayanan 169 yıldır büyük bir özveriyle gecesini gündüzüne katan, bu uğurda ailesiyle ilgilenmeyi dahi ihmal eden vatanına aşık ve bir o kadar da sadık teşkilata sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti Polis Teşkilatı bu sene 169. yılını kutlamaktadır. Yurt genelinde her sene olduğu gibi bu senede  törenler yapılmakta ve halkımız gözü gibi sevdiği teşkilatı ile gurur duymaktadır.

                     Maalesef ülkemiz zorlu bir dönemden geçerken sizlere güzel bir yazı yazmayı ne kadar çok istediğimi bilemezsiniz ama olmuyor işte ülkemiz bu cennet vatanı ülkemiz zorlu ve bir o kadar da canını bu vatan için her daim vermeye hazır olan bu teşkilatın asil çocukları zor bir dönemden geçmektedir. Bakın  günde 8 – 9 saat çalışma normal memurlar için geçerli iken Emniyet Teşkilatı Kanununda bu süre 12 saattir ve birimine göre ( Çevik Kuvvet, Özel Harekat  gibi ) bu süre daha da uzayabilmektedir. Yani anlayacağınız 2. bir emre kadar polis memurları yerlerinden ayrılamamakta ve ailelerini görmekten uzakta fedakarca görev yapmaktadırlar. Emniyet Teşkilatı Kanunu’nun temelleri  ilk olarak  1845  yılında Osmanlı Devleti döneminde atılmış Cumhuriyet döneminde ise 24 Haziran 1920′ de 3 yıl boyunca Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet dönemi olarak geçiş süreci yaşamış ve 1923′ te ise Halit Bey Emniyet Genel Müdürü olarak görev almıştır. Lakin Emniyet Teşkilatı Kanununun her ne kadar kuruluş temelleri  eski olsa da günümüze kadar çeşitli yönetmelikler ve genelgelerle bu mevzuat sıkıntısı tam anlamıyla günümüzün sorunlarını çözecek hale gelememiştir. Maalesef teşkilatın içindeki Polis Memurları dahi dili eski olan Emniyet Teşkilatı Kanununu bilmemekte ve eski dildeki Osmanlıca kelimelere yabancı olduklarından kanunları anlayamamaktadır. Emniyet Müdürlerimizden bu konu ile ilgili hassasiyet göstermeleri ve kanunun günümüz kelimeleriyle açıklanacak bir şekilde olması teşkilat açısından sevindirici olacaktır.

                        Her yapılan iş, alın teriyle kazanılan emek  herkes için kutsaldır ve gurur duyulması gereken bir durumdur bu yalnız çalışma şartlarının insanca düzenlenmesini istemekte her insanın doğal hakkıdır. Bakınız Polis Teşkilatı diğer memurlardan fazla çalıştıkları halde maalesef fazla çalışma ödeneği alamamaktadırlar. Bu durum sadece aktif çalışma hayatında görev tazminatı ve benzeri ek ödeneklerle geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Allah devletimize elbette zeval vermesin Polis Memurlarına verilen maaş çok şükür ülke ortalamasının az üstünde yer alıyor gibi görünse de maalesef çalışma saatlerine oranla azdır. Tüm Türkiye’yi derinden sarsan Mayıs 2013 Gezi Olayları sırasında Emniyet Kuvvetleri ( özellikle Çevik kuvvet ) 20 gün boyunca evlerine gidememiş ve kalkanlarının üzerinde günde 2-3 saatlik uykuyla görev yapmışlardır. Bu süreçte Emniyet Teşkilatı çok yıpranmıştır. Bu olaylarda hayatını kaybeden Komiser Mustafa Sarı tüm teşkilatı yasa boğmuştur. 

                        Dediğimiz gibi Emniyet Teşkilatı kanunu eskiye dayanmakta ve Emniyet Teşkilatı 3 ayrı kanuna tabi tutulmaktadır. Bunlar;

1. 3201 Sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu

2. 2559 Sayılı Polis Vazife ve Salahiyeti Kanunu ( P.V.S.K )

3. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu         

                           İşte belirttiğimiz üzere Polis Teşkilatı 3 ayrı kanun üzerine görevini yapmaktadır.Herhangi bir suçun oluşumu anında Nefsi müdafaa hariç oluşabilecek her durumda mesela birisinin ihbarı üzerine yatak odasındaki hırsızı yakalarken ateş etmek durumunda kaldığında ve hırsızı öldürdüğünde diyelim 2559 sayılı P.V.S.K’ ya göre doğru davransa bile mahkeme anında bunu söylediğinde mahkeme başkanı olur mu 3201 sayılı kanuna göre yanlış davranmışsın diyerek Polis Memuru’nu suçlu bulmakta ve birçok memurun da mesleğinden soğumasına yol açmaktadır.Yani ülkemizdeki hakim ve savcılar her ne kadar siz bizim elimiz kolumuzsunuz deselerde maalesef Polis Teşkilatı’nın arkasında durmamaktadır. Oysa ki aynı durum A.B.D.’ de  olsa Polisin yetkileri tek bir kanunda  ( eyaletlerin kendi içindeki uygulamalar farklılık gösterebiliyor ) toplanmıştır. Yani Amerikan yasalarında Polis üstün tutulmaktadır. Tabi ki görevini kanuna uygun yapmayan Polis yargılanmalı ama bizdeki gibi suçlu adaletten alacaklı çıkacak şekilde kanun boşlukları bulursa ve Emniyet Teşkilatı’nın da 3 ayrı kanunu ( eski kelimelerde hele ) olursa elbette memurların görev ve yetkilerini bilmemesi doğaldır diyebiliriz. Yetkililerden  Emniyet Teşkilatının sorunlarına derman olacak KİMSE YOK MU çağrımız inşallah karşılık bulur ve bu vatanın fedakar evlatları bir nebze olsun rahat çalışma imkanına kavuşur.

                            Türkiye Polis Teşkilatı bundan sonra da görevini yine en iyi şekilde bu vatana hizmet etmek uğruna gerektiğinde ailesini ihmal edecek kadar yapacaktır. Çünkü bu ülkenin evlatlarının mayası sağlamdır ve Polis teşkilatı yeni neferlerle gücüne güç katacaktır. Emniyet Teşkilatı’nın sloganı ile yazımızı bitiriyoruz  ” HALK İÇİN EMNİYET ADALET İÇİN HİZMET “.

TÜRKİYE’NİN SENTETİK UYUŞTURUCU İLE İMTİHANI ( BONZAİ )


cropped-kardec59flerimle32.jpg                 Ülkemiz coğrafyası sahip olduğu jeopolitik konum itibarı ile birçok güzelliğin yaşandığı yer olsa da kötü niyetli insanların amaçları yönünden de kritik bir geçiş noktasıdır.

                Türkiye geçmişten bu yana büyük bir uyuşturucu gerçeği ile karşı karşıyadır. Ne yazık ki bu uyuşturucu belası ülkemiz gençliğini etkilemekte ve onların geleceğini karartmaktadır. Okullarımızda uyuşturucuya karşı önlemler eksik kalmakta ve toplum yeterince bilinçlendirilememektedir. Ne yazık ki son dönemde esrardan 10 kat daha tehlikeli olan bir madde ülkemizde yaygınlaşmaya başladı. Adı Bonzai ve son hızla gençliğimizi zehirlemekte. Bonzai denilen bu illeti tanımlayacak olursak bon (tabak), sai (ağaç) kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan bonsai kelimesi, tabak ya da taş üzerinde yetiştirilen, minyatürilize edilmiş ağaçların anlamını ifade eder. Dilimize ise Bonzai adıyla geçmiştir. Türkiye’de Bonzai Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına ilk olarak 2010 yılında girmiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün raporu doğrultusunda bu sentetik uyuşturucu türünün çok tehlikeli bir durum arz ettiği belirtilerek Sağlık Bakanlığı tarafından uyuşturucu kapsamına alınması önerilmiştir. Sağlık Bakanlığı da 9 aylık bir  süre sonunda !!! bu sentetik uyuşturucu türünü uyuşturucu kapsamına aldırmıştır. Ne yazık ki bu sürede Bonzai denilen uyuşturucu çeşidi ülkemizde rahatlıkla yayılmıştır. Üstelik diğer uyuşturuculara benzemeyen bu maddeye ulaşım çok kolaydır. 1-2 ve 10 liraya kadar paketi kolayca ülkemizde satılmaktadır. Tek nefes içiminde böbreklerin iflas etmesine ayrıca kişinin ölümüne direkt etki edecek kadar tehlikelidir. Hastanelerde son dönemde Bonzai içiminden kaynaklanan vakalarda istatistikler korkunç boyutlara ulaşmıştır. Mesela sadece 2014 yılının Ağustos ayını kapsayan süreçte Bonzai’den 100 gencimiz hayatını kaybetmiştir.

              Ailelerin bir ülkenin nüfusunu arttırma ve ahlaklı nesil yetiştirme yönünde çok yönlü bir fonksiyon  icra etme görevi vardır. Lakin nesilleri yetiştiren aile olduğu kadar aile içerisinde yetişen çocuğun dahil olduğu bir çevre ve arkadaş grubu da çok önemlidir. Köyden kente doğru göçlerle birlikte bu durum çok daha önem kazanmıştır. Şehirleşmenin getirdiği sanayi kültürünün sonucu olarak aileler artık çocuklarını yeterince takip edememekte ve bu durum sosyal ve ekonomik birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Yeni nesil gençlerimiz çalışarak emek vererek  kazanma yerine TV dizilerinden gördüğü ünlülerin yaşamına özenerek kısa yoldan zengin olmanın hayallerini kurmakta ve yanlış çevrede bulunan arkadaş gruplarına katılarak temiz Anadolu çocuğu özelliklerini kaybetmektedir. Önce al bir nefes birşey olmaz, sen soğan erkeği misin içmiyorsun içmezsen bizim arkadaş grubumuza dahil olamazsın, anasının süt kuzusu vs.. türü kelimelerle gençler sigaraya ardından da uyuşturucuya alıştırılmaktadır. Bu öyle korkunç boyutlara varmıştır ki okullarımızda uyuşturucu kullanma 10 yaşına kadar inmiştir. Emniyet güçleri ne kadar operasyon yapsa da bu durumun önüne geçememekte ve yasal boşlukların çok olması yüzünden Bonzai ile mücadele tam yapılamamaktadır. Burada ailelerin bilinçlendirilmesi konusu çok önemli bir yer tutmaktadır. Bir an önce ailelerin bilinçlendirilmesi amacıyla broşürler dağıtılmalı, seminerler,konferanslar düzenlenmeli ,TV’de bu yönde bilgilendirici reklamlar hazırlanmalı ve ayrıca gençlerin model rol aldığı  dizi kahramanlarının hayatlarını yaşarken bu konuda örnek bir davranış sergilemeleri gerekmektedir.

               Kısaca ülkemiz bir an önce Acil Eylem Planına geçmeli gençlerimiz bu Bonzai denilen tehlikeli tuzaktan kurtarılmalıdır. Aksi halde bugünden önlemini almazsak geleceğimizin fidanlarını kökünden kurutmuş olacağız. Haydi mücadeleye…..

– EMRAH UZUN-

ANKARA MÜZİKLERİNİN SON DÖNEMDEKİ YÜKSELİŞİ


cropped-kardec59flerimle32.jpg              Ülkemizde yapılan düğünlerde çalınan türkü ve şarkılarda  son dönemde Ankara müziklerinin etkisini gözlemlemekteyiz. Mesela geçenlerde bir arkadaşımın düğününde bulunmuştum orada söz ve müziği Ankaralı bir sanatçı olan Veli Erdem Karakülah’a ait olan “Ahtım Var Benim” şarkısı tam 3 kez çaldı ardından da Ankaralı Coşkun’un seslendirdiği Ankara’nın Bağları ardı ardına çalındı bu türkü düğünün en renkli şarkısıydı  hani fena da oynamadık yani.

             Ankara müzikleri son 10 yıl öncesine kadar bayağı bozulmuş insanların hiç dinlemeyeceği bir hal almıştı. Bundan özellikle Ankara’nın yerlisi olan halk memnun değildi. Özellikle Ankaralı Namık ve kısmende Oğuz Yılmaz’ın ( neyse ki Oğuz Yılmaz kendisini düzeltti ) yaptığı pavyon şarkıları bunda önemli bir paya sahiptir. Bende Ankara’da Üniversite okumuş biri olarak bu durumdan çok şikayetçiydim. Ayrıca Ankara müziğinde pay sahibi olan bu insanlar son döneme kadar birbirlerinin ayağına hep çelme takmaya çalıştılar ve pavyon türü şarkılarla insanları ve özellikle Ankaralıları müzikten soğuttular. İşin müzik boyutuna geldiğimizde ise hep aynı tonda çalan ve hemen hemen aynı noktada biten saz melodileri iğrenç bir hal almıştı. Neyse ki bu işin böyle gitmeyeceğini anlayan ve birbirlerine destek olan Ankara’nın müzik piyasasına hareket getiren yeni birileri çıktı. Kim bunlar peki birkaçının ismini yazalım öyleyse ;

1. Hüseyin Kağıt

2. Ankaralı İbocan

3. Sincanlı Mustafa 

4. Ankaralı Coşkun

5. Veli Erdem Karakülah ve daha arkasından gelenler.

         Yeni nesil bu sanatçılar birbirlerine çelme takmadılar ve birbirlerine destek olup hep beraber yükselmeye başladılar. Hatta hep beraber bildiğim kadarıyla henüz 4 bölümü çekilmiş olan bir internet dizisini dahi çekmeyi başardılar. Adı ne mi; ” Ankara Kazan Biz Kepçe “. Ankara’nın Bağları türküsü nasıl düğünlerde şu anda büyük bir keyifle çalınıp herkes tarafından oynanıyor ve radyolarda dinleniyorsa yeni neslin yaptığı Ahtım Var Benim ve benzeri türküler de şu anda Ankara müziğine bir kalite getirmiş durumdadır. Umarım bu seri böyle devam eder ve Ankara müzikleri Türkiye’nin her tarafında keyifle dinlenir. 

SOSYAL MEDYANIN GÜCÜ VE ETKİLEDİĞİ ÜLKELER


cropped-kardec59flerimle32.jpg                       Hayatımızda son dönemde yer alan kavramların başında Sosyal Medya kavramı geliyor. Yazımıza öncelikle Sosyal Medya’nın ne olduğunu açıklayarak başlayalım. Sosyal Medya kısaca kişiler arası iletişimde tek  yönün kaldırılıp çeşitli yönlere sesini duyurmak ve birden fazla kişiye bilgi aktarımını ulaştırmaktır. Sosyal Medya insanların artık yüz yüze iletişim kurmasını kaldırmış ve bugün ülkemizin her tarafında paylaşılan bir bilgi milyonlarca insan tarafında görülmekte, paylaşılmakta ve üzerinde yorumlar yapılabilmesine imkan sağlamıştır.

                       Sosyal Medya’nın ülkemizde bu kadar geniş anlamda kullanılmasına olanak sebep olan etkenlerin başında internet gelmektedir. Facebook, Twitter, İnstagram, WhatsApp, WordPress gibi birçok mikro blog sayfalarından insanlar birbiriyleri ile iletişim kurmakta ve hergün binlerce bilgi paylaşılabilmektedir. Mesela bir Profesör bu ünvana kavuşmadan önceki ve sonraki süreçlerinde üzerinde çalışma yapmış olduğu yüksek lisans, doktora ve kitaplarındaki bilgiyi internet üzerinden paylaşabilmekte ve bu bilgiler Kanada’daki bir profesör tarafından durumuna göre ciddi tenkitlere uğramakta veya övgüye layık görülmektedir. Sosyal Medya’nın bu kadar ilgi görmesinde ülkemiz insanların teknolojiye olan merakının da etkisi kaçınılmazdır. Facebook ilk çıktığında ülkemizde bu mikro blog sayfasını pek bilen kimse yoktu ama ünlülerin bu sayfayı kullanmaya başlanmasıyla o kişilerin hayranları da bu sayfaya ilgi göstermiş ve bu durum gazete, dergi, tv’lerde bu sayfanın haberlere konu olmasıyla ülkemizde milyonlarca kişiye ulaşmış ve  ülkemiz bu sayfanın kullanımında dünyada 8. sıraya kadar gelmiştir. Aynı durum Twitter, İnstagram, WhatsApp içinde geçerlidir.

                      Sosyal Medya  son 10 yılda çok etkin kullanılmaya başlanmış ve toplumların kendi içlerinde devrimlere yol açacak kadar geniş bir etki göstermiştir. Mesela 2010 yılından itibaren Arap ülkelerinde baş gösteren Arap Baharı ( aslında Arap Hazanı dersek daha doğru olur ) tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına almıştır.  Sosyal Medya ilk olarak Tunus’ta etkisini göstermiş burada bir kişi kendini yakarak Arap Baharı’nın kıvılcımını ateşlemiş ve  Tunus’ta halk Sosyal Medya üzerinden organize olarak eylemler yapmış bu ülkenin Kralı olan Zeynel Bin Abidin Ali koltuğundan olmuş ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştır. Keza aynı durum Libya’da da baş göstermiş ve Libya’nın devrik Kralı Muammer Kaddafi Fransa öncülüğünde yapılmış olan NATO saldırısıyla  Yerel Libya askerleri tarafından vahşice öldürülmüştür. Sosyal Medya’nın etkisini en çok gösterdiği Ortadoğu ülkelerinin başında ise Mısır gelmektedir. 2010 yılında devam eden Arap Baharı sürecinde kitleler Sosyal Medya sayfalarından meşhur Tahrir Meydanı’na toplanmaya çalışmış ve kısa sürede örgütlenmeyi de başarmışlardır. Mısır’ı 30 küsür yıl Demir Yumruk ile yöneten Hüsnü Mübarek Tahrir Meydanındaki eylemlerden sonra Cumhurbaşkanlığından istifa etmek durumunda kalmış ve yerine ilk defa halkın sandığa gitmesiyle Muhammet Mursi seçilmiş ve Mısır Cumhurbaşkanı olmuştur. Ne var ki Muhammet Mursi’ nin Cumhurbaşkanlığı 1 yıl sürmüştür. Mısır askeri ordusu Genelkurmay Başkanı Abdulfettah El-Sisi darbe yaparak tekrardan yönetime el koymuştur.

                         Ülkemizde ise Sosyal Medya’nın etkisi 31 Mayıs 2013’te yaşanan Gezi Parkı olaylarıyla görülmüştür. Önce İstanbul’da başlayan eylemler Sosyal Medya aracılığı ile örgütlenen kitlelerin katılımıyla Ankara, İzmir, Mersin, Eskişehir gibi büyük iller olmak üzere  Türkiye’nin 79 ilinde ( Bayburt ve Bingöl dışında ) etkisini göstermiştir. Maalesef görmek istemediğimiz durumlar yaşanmış ve 8 sivil vatandaş ve hayatlarının baharında olan 2 Polis Memurumuz hayatını kaybetmiş, 8163 kişi de yaralanmıştır. Gezi Parkı eylemlerine 2.5 milyondan fazla kişi katılmıştır. Türkiye’ de Gezi Parkı eylemleri yaşanırken dünyanın sayılı medyasından olan CNN, BBC, Al Jazeree, New York Tımes vs.. gibi kanallar ve gazeteler 24 saat Taksimden Canlı Yayın yapmışlar ve ülkemizi polis orantısız güç kullanıyor diyerek dünyaya kötü göstermek için ellerinden geleni yapmışlardır. Ama aynı sene içerisinde Almanya’nın Hamburg  kentinde ve son olarak 2014 Ağustos ayında Amerika’nın Missouri eyaletinin Ferguson kasabasında  hala devam etmekte olan eylemlere ise CNN, BBC, New York Tımes  gibi kanal ve gazeteler polis orantısız güç kullanıyor dememiş aksine burada polisi destekleyen yazılar yazıp manşetler atarak  bu konudaki iki yüzlülüğünü ortaya koymuştur.

                             Bir başka yazımızda görüşmek üzere hoşçakalın…..

                                                                                          EMRAH UZUN

 

GAZZE : İNSANLIĞIN ÖLDÜRÜLDÜĞÜ SON DAVA


cropped-kardec59flerimle32.jpg                              Sevgili okurlar bu gece tarihlerden 18 temmuz 2014 insanlık bir kez daha korkak olupta arkasına güç aldığında masumları ezmeyi marifet bilenlerin vicdani sorumluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Gazze bu gece İsrail Devleti Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ordusuna Kara Harekatı emrini vermesiyle beraber ağır bir kuşatma altına alınarak bombalanmasına kötü ve acı bir şekilde tanıklık etmektedir. Masum Gazze Halkı’nın bombalanmasını Sosyal Medya’ya düşen fotoğraflarda İsrail halkı sanki büyük bir keyifmiş gibi izlemektedir.

                              Gazze insanlığın öldürdüğü son dava olması itibari ile tarihteki yerini almıştır. Aslında bu ilk savaş değildir.” Gazze I. Dünya Savaşı sırasında, İngiliz kuvvetlerine teslim oldu ve İngiliz Mandası altında Filistin’in bir parçası haline geldi.1948 Arap-İsrail Savaşı sonucu, Mısır yönetiminde Gazze Şeridi’nde bazı gelişmeler olmuştur. 1967 yılında İsrail tarafından Altı Gün Savaşı sonucu ele geçirildi; ancak 1993 yılında, şehir yönetimi Filistin Ulusal Yönetimi’ne geçti. Hamas, 2007 yılında yapılan seçimleri kazanarak şehri El Fetih’den teslim aldı ve o tarihten beri İsrail tarafından abluka altında tutulmaktadır. “(1) İsrail bu bölgede yıllardır istediği gibi at koşturmakta ve buna Batılı dediğimiz devletler hiç ses çıkarmamıştır. İsrail Batılı Devletlerin şımartmış olduğu bir devlet görünümündedir. Ayrıca İsrail 2008 yılında Kod Adı: Dökme Kurşun Harekatı verilen bir kararla Gazze’ye doğru bir savaş başlatmıştır. “İsrail Savunma Kuvvetleri’nin, Işık Bayramı’nın devam ettiği 27 Aralık 2008 tarihinde yerel saatle 09:30 sıralarında Hamas’ın İsrailli sivillere ve askeri birimlere karşı kassam roketli saldırılar yaptığı gerekçesi ile başlattığı savaş. İsrail’in saldırıları nedeniyle 1000’den fazla insan hayatını kaybetmiştir.” (2) İsrail bu savaşta Kullanımı Birleşmiş Milletlerce !! yasak olan kimyasal silahlar kullanmıştır ve aynı İsrail bu gece başlatılan Kara harekatında da aynı kimyasal silahları Gazze halkı üzerine yağdırmayı sürdürmektedir. Gazze adeta bir İsrail Açık Hava Hapishanesi haline getirilmekte ve Gazze’ye ulaştırılmak istenen İnsani yardım filolarının geçişine İsrail tarafından izin verilmemektedir. Birleşmiş Milletler o kadar büyüktür ki!! israil 2008 yılındaki Gazze Savaşında Birleşmiş Milletlere ait bir okulu vurmuş ve Birleşmiş Milletler bunun için İsrail’i korkutmayı bırakın gıkını bile çıkaramamış İsrail Devleti bildiğini okumaya devam etmiştir. İsrail burayı vurma cesaretini ve yürekliliğini buluyorsa o zaman barışı tesis etmekle kurumun adı niye Birleşmiş Milletler. Hadi Birleşmiş Milletlerden umudumuzu kestik diyelim 1.5 Milyarı geçtiğinden dem vurduğumuz İslam Alemi neden bu konuya sessiz kalmakta ve İsrail’in bu şımartılmış tavrının sonucu olan Gazze halkının etnik olarak kıyımına ses çıkaramamakta. İşte her şey adında İslam Devleti ibaresi bulunan bir devlet olmakta değil masaya vurduğunda ortalığı inleten bir devlet olmaktan geçmektedir. Şanlı tarihimizde Osmanlı Devleti bunu bir nebze yapmayı başarabilmiş ve mazlumların koruyucu bir anlamda da onların sigortası görevini üstlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu konuda İslam Devletleri arasında sesini çıkarmaya çalışsa da İslam Devletlerinden destek gelmeyince bu ses de cılız kalmakta ve İsrail’in durdurulmasına imkan vermemektedir. Hatırlarsanız Gazze’ye doğru yola çıkan Mavi Marmara gemisine İsrail baskında bulunmuş ve 10 vatandaşımız şehit olmuştu. İsrail’in hukuk tanımaz bu tavrı Uluslararası Mahkemelere taşınsa da bu davalarda kesin bir sonucun olmaması İsrail’in cesaretlenmesine yol açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e Davos ta ” One Minute” dese de bu İsrail’in uslanmaz tavrını değiştirememiştir. Çünkü İsrail hala plajlarda çocuk öldürmeye devam etmektedir. Güzel dinimiz İslamda şöyle bir söz vardır;” Eğer düşmana gücün yetiyorsa bedeninle ona karşı koy, yetmiyorsa dilinle karşı koy o da yetmiyorsa kalbinden ona karşı buğz et. ” Elimden ancak yazıyla karşı gelmeye çalışmaktayım. Allah hepimizi karşı koyamadığımız için affetsin.

                            Dediğimiz gibi İnsanlık son davasını Gazze’de kaybetmiştir. Sözlerimiz yanlış anlaşılmasın hak yolu benimsemiş Yahudi Milleti bu savaşı başlatanların elbette haksız olduğunu bilmekte ve dile getirmektedir lakin bunların sesi de yine cılız kalmaktadır. Bir yazar olarak dileğim daha fazla insan ölmesin daha doğrusu Müslümanlar arasındaki ihtilaflar son bulsun, bu mübarek Ramazan ayında bir müslümanın kanı daha akmasın.

                             KAYNAKÇA : 1-2 WİKİPEDİA ‘ dan alınmıştır.
                                                         -EMRAH UZUN-

DÜŞLERİMİZDEKİ HAYALLER VE HAYATIN İÇİNDEKİ GERÇEKLER


cropped-kardec59flerimle32.jpg                       Çok değerli okurlar çok uzun zamandan sonra tekrardan sizlerle birlikteyiz. Bu kadar uzun bir ayrılığı hiç istememiştim ama tekrardan sizlerle buluşmanın mutluluğu ve heyecanını inanın size anlatamam.

                        Sevgili okurlarım hayat bildiğimiz gibi tüm olağan akış hızıyla sürüp gitmekte ve ömür sermayesi ahirete kadar iyi veya kötü bir şekilde melekler tarafından kitaba yazılmaktadır. Biliyorum küçüklerimiz yine büyük bir adam olma hayalleri kuracak büyüklerimiz de yine küçük olmak isteyecekler. Tabi ki her yaşın kendine göre bir güzelliği var. Alimin bir tanesi der ki insan nankördür yaz gelir kışı ister, kış gelir yazı ister. Az önce değindiğim gibi küçükken büyük olmayı büyükken de küçük olmayı iyi anlatan bir örnek bu. Genelde çoğumuz küçükken barış dolu bir dünya içinde yaşamayı hayal etmişizdir. Hayallerimizin güzel dünyasında barışa o kadar çok yer vardır ki savaşa hiç yer vermeyi düşünmeyiz ki güzel olan da budur. Ama gelin görün ki günümüzde iletişim çağında olduğumuz dünyanın büyük bir köy halini aldığı bir zamanda yaşasak ta savaşa o kadar yer ayrılmıştır ki barış içinde yaşamak adeta üvey evlat halini almıştır. Ülkemiz yaşadığımız şu evrede o kadar büyük bir tehlike kıskacının altında ki bu topraklarda barınmaması gereken o kadar kötülük yeşermeye çalışmaktadır. İnsanın isyan edesi gelse de bu durumlara biliyorum diyeceksiniz ki ben tek başıma neyi değiştirebilirim ki o kadar çok kötülük bulaşmış ki üzerimize nasıl temizleyelim. Aslında bu pislik şu ana kadar bedenimize bulaşmadı elbisemize bulaşarak sınırlı kaldı keşke diyebilseydim ama maalesef gerçek öyle değil yaşanılası bu güzel ülkemiz maneviyattan o kadar çok uzaklaştı ki her şey maddiyata döndü. Ah nerede o yaşanılası 18 bin alemin sultanı, Fahri Kainat Efendimiz Hz. Muhammed ( s.a.v.) dönemi, ah nerede o adaletiyle hüküm sürülen kendi deyimiyle; ” Korkarım ki Fırat’ın kenarında bir koyun kaybolsa Ömer’den sorulur ” diyen 4 Halife döneminin adalet timsali Hz. Ömer ( r.a. ) devri, ah nerede o Selçuklular, 600 yıl dünyaya adaletle, insanların kalbine kılıçtan ziyade dini güzel yaşayarak kendi devletinde baskıdan bunalan Hristiyanlara ” Bizans haçını görmektense Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederim ” dedirtip gönül fethiyle giden Osmanlı Devleti dönemi ah nerede o eski maneviyatlı günler.

                       Yaşadığımız şu zamanda insanlık büyük bir imtihandan geçmektedir. İnsanlık paylaşamama ve bencillik duygusuyla kendi içindeki o güzel hasletleri öldürerek onurunu ayaklar altına almaktadır.Oysa ki güzel dinimiz İslamiyette şöyle çok hoş bir kaide vardır. Ömer (r.anh), Rasulullah (s.a.v.)den rivayetle : ” Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasûlu (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasûlu’ne muteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.” (Buhârî, Bedu’l-Vahy, 1; Muslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11). ” Evet bunu güzel bir örnekle açıklayacak olursak yolda atıyla vs… giden bir kişi atını bağlayacak bir yer bulamaz lakin yerde bir kazık bulur ve benden sonraki insanlar olur da hayvanını bağlayacak bir kazık bulamazlar niyetiyle oraya bulduğu kazığı çakar, hayvanını iple kazığa bağlar ve bir müddet sonra işini gördükten sonra hayvanını bağladığı ipi kazıktan söküp gider bu insan hayır yönde niyet düşündüğü için sevabını alır. Aradan bir müddet geçtikten sonra başka birisi o yoldan geçerken ayağı o kazığa takılır düşer o kişi de ben bu kazığa ayağım takılarak düştüm benden sonrakiler de ayağı takılıp düşmesin diye kazığı yerinden söker atar aslında bu durum güzel bir hizmeti ortadan kaldırmak gibi görünse de o kişi niyeti sayesinde sevaba erişmiş olur.

                      İşte hayatta ne kadar kötü durumlar yaşansa da bizlere düşen görev umutlu olmak, güzel düşünmek ve kendimizce güzel işlerin olmasına vesile olmaktır. Unutmayalım ki güzel gören güzel düşünür güzel düşünen hayatından lezzet alır. Hayatın güzel yönlerini görmek dileğiyle hoşça kalın…

                                                                                -EMRAH UZUN-

YANLIŞ TANITILAN PADİŞAH ” MUHTEŞEM SÜLEYMAN ”


cropped-kardec59flerimle32.jpg    Değerli  okurlar bugün yepyeni bir yazı ile sizlerle  beraberiz ve özellikle tarihi bilgilerden oluşacak olan bu yazımız ile şimdilerde yanlış anlatılan tarihi bir kahramanımız olan cihan devleti sultanı   Kanuni Sultan Süleyman’ı anlatacağız. Bazen yanlış aktarılan olaylar  insana doğruyu araştırma fırsatı verir ve bu olaylar üzerine çekilen diziler  ve filmlerin gerçekliğini bu aşamada sorgularız doğrusu bu mu diye biz tarihçilere de bu noktada çok önemli görevler düşüyor. Tarihi bir dönemi çekmek inanın çok emek ister ve doğru bir şekilde yansıtılmaz ise yeni nesil de tarihi geçmişimiz hakkında bir hayal kırıklığı oluşabilmekte  ve sonuç olarak ise yeni nesillerde aşağılık psikolojisine varan durumları görebilmekteyiz.

                        Şimdilerde yeni nesil, televizyon kanallarında yayınlanan dizilerden öğrendikleri bilgiler sayesinde  tarihi ve edebi  bilgiler kazanıyorlar tabi doğru bir şekilde yansıtılırsa. Bakın küçük bir kız çocuğu arkadaşına diyor ki; ” Aaaa baksana Aşk-ı Memnu’nun kitabı çıkmış hemen gidip alalım.!!!” Allah affetsin çocuklarımıza ne kadar da doğru bir şekilde Halit Ziya Uşaklıgil gibi bundan 60-70 sene önce yaşamış olan yazarımızın kitabını yeni çıkıyormuş gibi yansıtıyoruz. Ben bir yazar olarak televizyonların insanı etkileme gücünü, dizilerin çekim kalitesini vs… yargılamıyorum bilgilerin doğru aktarılması gerektiği kanısındayım hele de tarihi bilgilerin. Neyse biz yine de konumuzun asıl kısmına dönelim.

                        Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566 yılları arasında padişahlık vazifesinde bulunmuş en uzun süre tahtta olan Osmanlı Devleti padişahıdır. Padişahlık yaptığı bu 46 yılın 44,5 senesini  seferde geçirmiş ve en çok sefere çıkan padişah ünvanına kavuşmuş bir cihan padişahıdır. Nitekim bir sefer dönüşünde ki bu Avusturya seferidir burada Zigetvar Kalesi üzerine yürürken atının üzerinde vefat etmiş ve ölümü ise sefer esnasında bulunan ordudan gizlenmiş. { maneviyatları etkilenmesin diye } Ömrünün sadece 1,5 senesini Haremde geçirmiştir yahu koca cihan sultanı dizide Haremden çıkmıyor. Koca cihan sultanı Kanuni Sultan Süleyman öyle Haremden Hürrem’e bir padişah değildir ki Hürrem Sultan’da öyle dizide yansıtıldığı gibi bir sultan değildir o muhteşem zeki,asaletli, çok bilgili  vs..bir kadındır  { yazımızın ikinci kısmında bu muhteşem kadını da ele alacağız } öyle entrikacı bir kadın değildir. Bugünlerde özellikle son 2 yıldır yayınlanan bir dizi var adıda tarihimizi doğru bir şekilde yansıtmaktan uzak olan ” Muhteşem Yüzyıl ” dır. Maalesef televizyon şu an tüm Türkiye’yi esir almış bir ” Aptal Kutusu ” dur.    { bu tanımı bugün Avrupa devletleri söylüyor } Eğer biz bu diziye yeterli tepkiyi vermez, RTÜK gibi kurumları aramaz isek bu dizi yaptığı üzere hoşça kalın sevgiyle dolu bir şekilde hayata bakın.tarihi saptırmayla tarihimize, geçmişimize ve her şeyimize saldırmaya devam edecektir.

                       Değerli okurlar bir başka yazımızda  görüşmek üzere hoşça kalın sevgiyle hayata bakın.

                                                                                      -EMRAH UZUN-

TÜRKİYE’NİN KARDEŞLİĞİ İDAMIN GELMESİYLE SAĞLANABİLİR Mİ?


cropped-kardec59flerimle32.jpg                    Değerli okuyucular Türkiye son yıllarda ahlaken ve aile temelinde bir çöküş yaşamakta işte bugünkü yazımız ise Türkiye’de kaldırıldığı günden beri konusu çokça tartışma  olan  idam üzerine.

               Türkiye yıllar yılı toplumsal dengenin sağlanması yönünde sıkıntılar yaşamaktadır. Toplumumuz hemen hergün medyada çıkan yeni bir haberle sarsılıyor ve aile değerlerimizin nasıl yok olup gittiğini çaresizce beklemiş vaziyette oluyoruz. Sabahları yatağımızdan uyandığımızda bakıyoruz ki yine bir cinayet haberi televizyondaki haber bültenlerin ekranınından veriliyor. Halbuki bu daha bir başlangıç oluyor maalesef elimize bir gazete geçtiğinde bakıyoruz ki gazetenin 3.sayfası hep cinayet, tecavüz, gasp,ihmalden doğan trafik kazası, annesinin boğazını kesen bir çocuğun caniliğinin vs… bunun gibi benzer birçok maddenin 3.sayfayı süslediğini görüyoruz. Durun daha bitmedi hadi bu kadar sıkıntılı haberlere katlanabildik diyelim sokağa çıktığımızda yere tüküren bir insanın pis bir davranışına şahit olunca tiksiniyoruz {ki Osmanlı Devleti güçlü olduğu 1453 sonrası döneminde Fatih Sultan Mehmet sokağa tüküren insanların tükürüğünün yayabileceği hastalıkların önüne geçmek için sokaklara tükürük temizlikçilerini yerleştirmiştir. { İşte ecdadımız her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünmeye çalışmış} ondan sonra bir bakıyoruz ki buda ne manyağın,hayvanın biri hanımı ondan ayrılmaya karar verip boşanma davası açtığı için veya baba evine gittiği için sokakta yolunu kesiyor sözde kibarca!! evine dönmesini istiyor eşi kabul etmeyince ise zaten kendi evlerindeyken şiddet uyguladığı eşini bıçaklıyor. Sonuç ne mi maalesef burada film mutlu sonla değil acıklı ve herkesi ağlatıcı bir sonla bitiyor. Son yılların en yaygın cinayetlerinden sokakta kadın cinayetlerine tanıklık ediyoruz maalesef. Çok şükür çalışacağımız işyerine kendimizi attık eh akşama kadar rahatız!!! akşam trafik çilesinin yorgunluğuyla eve geldiğimizde önce televizyona bakarız ve drama yine başlıyor değerli okuyucularım ooooooohhh ekrana baktımızda ailecek ibret alınacak birçok sahnenin olduğu haber bülteni başlamış. Cem Garipoğlu adında biri gitmiş sevgilisi olan Münevver Karabulut adında güzeller mi güzeller bir kızın kafaını testereyle kesmiş { bu arada sormayın bu haberden sonra katiller dünyasında çok moda oldu bu testereyle kesme olayı } hoşlanmadık değil mi bu haber kanalından diğer bir kanalın haber bültenine zapping yapıyoruz aksiyon filmlerini aratmayan bir haber N.Ç adında çocuk yaşta bir kız 26 erkeğin tecavüzüne uğruyor ve bu olayın akabindeki süreçte mahkeme kıza soruyor sen bilerek bu erkekleri kandırdın demi ah seni seni boyundan büyük işlere de karışmış velede bak hele!!! mahkemenin sonucunu merak ettik değil mi tüm Türkiye ekrana kilitlendik bir bakalım burda da bir mutlu son var mı bakıyoruz evet sonunda sapıklar adına mutlu bir son var!!! 26 sapığın hepsi serbest, N.Ç mi? maalesef oda kendi yıkılmış dünyasında nasıl yaşar bilemiyoruz. Geceyi böyle fantastik sahnelerle bitirdikten sonra ertesi sabah uyandımızda birde bakıyoruz ki Dağlıca’da, Silvan’da Çukurca’da ve en son geçen gece 22.00 sularında yaşanan terör olayı 10 asker şehit ve bu 10 askerin ölümüyle sonuçlanan bir olay değil ve biz son 40 yılda 40 bin şehit sayısına ulaşmışız. Çok büyük bir milletiz emin olun bu durum Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yaşanmış olsa onlar çoktan heba olup gitmişlerdi bu dertten.
Gelelim işin birde siyasi yönüne idam Türkiye’de 2002 yılında dönemin koalisyon hükümeti olan Sayın Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz hükümetinde kaldırıldı. Niçin? Emin olun kesinlikle biz çok medeni bir ülke olduğumuza inanmadığımızdan Avrupa Birliği ilkelerini o yıl keşfettiğimizden dolayı dedik ki onlara ya sizde idam diye bir şey yok ay ne kadar güzel keşke bizde de olsa kolayı var canım ver bir önerge, ortaklaşa çıkar bir yasa al sana idam kalktı aaa ne kadar da kolaymış dimi yahu bu kadar kolay olduğunu biliyorduk da neden daha önce farkedemedik vallahi kendimize kızdık şimdi. Eh idamı da kaldırdık ya şimdi Avrupa Birliği için medeniyet haritasında yol almaya başladık. Hay Allah o dönemde bir de Abdullah Öcalan da Kenya da yakalanmış ve ülkemize getirilmişti değil mi evet evet hayal meyal hatırladım şimdi tabi Özel Harekatçılarımız da müthiş iş yapmışlardı hani { gerçekten de ordumuz dünyanın en iyi ordusu bunu herkes biliyor ama yine de insan kendi kendine soruyor niye hala bitiremiyoruz bu terörü diye} Madalyonun pembe tarafı çok iyi valla ama madalyonun bir de diğer tarafına bakalım biraz idam 2002’de kaldırıldığında terörist başının da cezası müebbet hapise dönmüştü. { bu aralar ev hapsini düşünüyorlarmış } Terörist başı için çıkarılan yasadan toplumumuzdaki katiller,sapıklar vs.. çok iyi yararlandılar açıkçası bunun yanında bir ekmek çalan 15 yıl cezaevine giriyor bir banka hortumlayan Murat Demirel adında biri ise 1-2 yılla paçayı yırtıyor. { laf aramızda 9.Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in yeğeni olurlar kendileri aman baba duymasın yakar bizi vallahi } Bunun dışında adam gasptan dolayı kışın yakalanıyor bahar aylarında serbest kalıyor bizim gaspçı iyi bir mekan buldu artık kışın girerim yazın çıkarım ne de olsa 3 öğün yemekte devletten oh karnıda iyi doydu ha bu gaspçının.
Bakın çok sevdiğimiz, şeker gibidir dediğimiz o solcular Osmanlı Devleti’ni o kadar severler o kadar severler ki yere göğe sığdıramazlar!!!! Osmanlı Devleti hukuk kuralları arasında yer alan idam, el kesme cezalarını çok severler ve öve öve bitiremezler. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ni Unutturma Kanunu’nu çıkartmışlar ve en nhayetinde idamı 2002’de kaldırmayı başarmışlardır. Çok sevdiğimiz solcu kadeşlerimiz Osmanlı Devleti’ni ziyaret etmiş olan seyyahların anılarından haberdar değillerdir şimdi çünkü Fatmagül’ün Suçu Ne?, İffet vs.. gibi tecavüz, entrika gibi dizilerle uğraştıklarından vakit okumaya gelmemiştir ama büyük azimleri var onlar okuyacak büyük adam olacak abisi ama şimdi biraz bırak film çeksinler. Neyse seyyahlardan bir tanesi { ismi şimdi hatırımda değil } der ki: ” Osmanlı Devleti’nin Payitahtı olan İstanbul’da esnaf Cuma namazı vaktinde dükkanları, tezgahları açık halde bırakır senede ancak 2 veya 3 hırsızlık olayı bu şehirde yaşanırdı ” Emin olun bugünkünden çok daha kötü bir halde yaşıyormuş o devrin insanları yahu bu kadar kötü bir yaşamı hak edecek şekilde neyi yapmış da halk deli gibi namaz vaktinde dükkanını açık bir halde bırakıp gidiyor { sıkıysa bu devirde gitsin } Allah Allah bu işin içinde bir iş olmalı arşivlere baktığımızda ise koca Devleti Aliy-i Osmani Şer’i Hukuk’un yanında bir de Örfi Hukuk ile yönetiliyormuş. Eee yasalarında ne var canım bir okuyalım mesela ;
1. Hırsızlık yapanın eli kesilir ne vahşet ama el mi kesilir.
2. Tecavüz olayına karışanın idamı söz konusu olur.
3. Cinayet işleyenin idamına hakim kara verirse söz konusu idam gerçekleşir.
Ne kadar da sert bir yönetim anlayışı varmış değil mi ya çok abartmış ecdad ya. İşin şakası bir yana bu yazımızda epeyce alaycı biraz da gerçekte yaşamış olduğumuz olayların dolaylı bir şekilde anlatımını yapmaya çalıştık.
                             Son söz olarak ise şunları söylemek elzemdir. (kaçınılmaz) Eğer Türkiye’nin kardeşliğinin biraz olsun sağlanmasını istiyorsak idamın geri gelmemesi kaçınılmazdır. Çünkü ” Şeriatın kestiği parmak acımaz ” bir başka yazımız da görüşmek üzere….

                                                                                                                                                       -EMRAH UZUN-

JAPON UZMANLARIN GÖZÜYLE MODERN JAPONYA


                                                                                                   JAPONYADA MODERNLEŞME SÜRECİ VE DIŞ POLİTİKA (1853-1905 )

                    Amerikan Komodoru Matthem  Perry  1853’te ‘’ Kara Gemileriyle ‘’ Japonya’ya gelir. Daha önce hiç buhar gücüyle çalışan savaş gemisi görmemiş olan Japonlar, Perry’nin 4 ‘’ Kara Gemisini ‘’ gördüklerinde paniğe uğrarlar . Tokugawa  Shogunluğu’nun hükümeti olan Bakufu , Japonyanın Batılı deniz kuvvetlerine karşı direnmek için çok zayıf olduğunu n farkında olduğundan 200 yıldır Hollandalılar dışında batıya kapatılmış olan ülkeyi açma eğilimindedir. Kara Gemilerin şokundan uzun zaman önce Batılı devletler güçlerini doğuya yansıtmaya başlamışlardı.19.yy’ın ortalarıyla beraber Hindistan tamamen sömürgeleştirilmişti. Japonya’nın komşusu Çin’de 1840-1842 Afyon Savaşından beri bir yarı-kolonizasyon süreci içinde idi. Artık tehdit  ‘’ Kapalı Ülke ‘’ nin eşiğine kadar ulaşmıştı.

                     Japonlar uzun ve derin bir uykudan uyandıklarında olağanüstü bir ulusal kriz duygusuyla sarsıldılar. Kendisi bir saray soylusu olan Iwakura Tomomi , Japonya’nın tıpkı bir av gibi aç kurtlar ve kaplanlar tarafından kuşatıldığını yazıyordu.

                    Orta rütbeli bir samuray ve Tokugawa yönetiminin düşmanı olan Okuba Toshimichi, ülkesinin yabancıların eline düşeceğinden korkuyordu. Aynı derecede endişeli olan Bakufu , isteksizce Batılı devletlerle birbiri ardına Japon limanlarını dış ticarete açan antlaşmalar imzaladı. Bunu 1858’de yaptığında, Amerikan Konsolosu Townsend Harris’in Çin’in İngiliz ve Fransızların şiddetli saldırısı altında olduğu uyarısının üzerinenden 5 yıl geçmişti. Sonuç olarak Japonya , J aponyadaki üzerindeki yargılama hakkından yoksun kaldı. Yabancılar konsolosluk mahkemelerinde yargılanacaklardı. Dhası bu antlaşmalar, aşırı düşük oranlarda gümrük vergileri belirleyerek gümrük tarifeleri üzerindeki özerkliğini de Japonya’nın üzerinden aldı. Ancak Tokugawa Bakufu’nun (hükümeti) yaptığını tersine çevirmek için de vakit artık çok geçti.

                       IWAKURA MİSYONU

                      Iwakura, Okubo ve diğerleri, Tokugawa Shongunluğu’nu  1868’de imparatorun yönetimi altındaki bir rejimle değiştirdiler. Yeni kurulan Meiji hükümetinin 2 ana dış hedefi vardı.

1.ULUSAL GÜVENLİĞİ SAĞLAMA

2.EŞİTLİKÇİ OLMAYAN ANTLAŞMALARIN REVİZYONU

                       Meiji hükümeti Japonya’nın kurtulabilmesi için belirledikleri bu 2 ana hedefi gerçekleştirebilmek için ‘’ İmparatora saygın gösterin, barbarları uzaklaştırın ‘’ sloganı kullanacaklardır. Bu hükümet kullandıkları bu sloganı dış tehditleri önleme amacıyla kullansalarsa da aynı zamanda bu durumu içteki Bakufu yönetiminin aleyhteki kampanyalarını engellemek amacıyla da kullanmışlardır çünkü kendileri de bilmektedirler ki Japonya’nın kurtulmak için modernleşmesinden başka çare yoktur. Bu yüzden modernleşmenin bir anlamda batılılaşma olduğunu en üst düzeydeki yöneticiler farkında olacak ve bunu sağlamak için de kendi gözleriyle bunu sağlamaya karar vermeleri  şaşırtıcı değildir.

                        Prens  Iwakura başkanlığındaki heyet 1871’de 1 yıl 9 ay sürecek bir dünya turuna çıktı. ABD ve Avrupa müzelerinde yapılacak ilk elden gözlemlerin Meiji liderlerinin uluslarası politika ve japonya’nın  çağdaşlaşma süreci üzerinde çok etkisi olacaktır. Uluslarası saygınlığı olan Alman Şansölyesi  Bismarck’ın  uluslarası toplumu ‘’ zayıfın güçlünün kurbanı olduğu bir orman ‘’ olarak tanımlaması  Japonya’nın kurtlar  ve kaplanlarla çevrili olduğu düşüncelerini pekiştirdi. Birçok Batılı ulusu ilk elden inceleyen  Japon temsilcileri ülkenin modernizasyonu için özellikle Almanya ‘ya bir model olarak yaklaştılar. 4 büyükelçi  yardımcısından biri olan Kido Koin bu ‘’ gerçekten zengin ve güçlü  ülkenin ‘’ yakın zaman değin  Japonya kadar fakir ve zayıf olduğunu öğrenmişti. Ancak 1870 – 1871 Fransız – Prusya savaşından sonradır ki Almanya uluslararası bir saygınlık kazanmıştı. Almanya’nın başarısından ilham alan Kido, Japonya’nın sağlam bir iradeye sahip olduğu taktirde çağdaşlaşabileceğine karar  verdi. Bir başka büyükelçi  Okubo ilk başlarda ‘’ gökdelen gibi yükselen ‘’ olarak tanımladığı zorlayıcı Batı medeniyeti karşısında çaresizlik duygusu içerisindeydi. Karamsarca Japonya’nın çok gelişmiş olan Britanya, Fransa ve ABD’yi yakalaması  için her türlü araçtan yoksun olduğunu yazmıştı. Ancak Bismarck’ın Almanyası’nı  gördüğünde gözleri umutla parladı. Bu ülkenin japonya’nın modernleşmesi açısından makul olduğu sonucuna vardı.

                        Meiji hükümeti bu modernleşmeyi sağlamak amacıyla gülün aşırılıklar da yapmamış değildir. Mesela hükümet diplomatlar ve eşlerini Japonlar’ın modernleştiğini göstermek amacıyla yeni Batı tarzı binalarda düzenlenen şık balolara davet ediyordu. Fakat Batılı hükümetler bu çeşit yüzeysel modernleşme gösterilerinden pek etkilenmediler ve Japonya’nın eşitlikçi olmayan antlaşmaların yeniden gözden geçirilmesi talebini reddettiler.

                        Aynı anda Japonya daha gerekli bir adım olan Batı tipi yasaların ve adalet sisteminin geliştirilmesi yolunda düzenli gelişmeler gösteriyordu. Meiji hükümetinin çabaları meyvelerini vermeye başladı. 1894’te Japon-Çin savaşı öncesinde Dışişleri Bakanı Mutsu Munemitsu İngilter ile 1899’da konsolosluk yetkilerine son verecek olan yeni bir antlaşma imzaladı. Rus- Japon savaşından 6 yıl sonra 1911’de Japonya gümrük tarifeleri üzerindeki denetimlerine tekrardan kavuştu.  Japonya’nın Asya’dan sıyrılıp Batılılaşma arzusu 1858’den itibaren 50 yılını almıştı.

                        Japonya gerçekleştirdiği reformlarla fakir ve zayıf bir ulusu emperyalist bir güce kavuşturmuştur.1911’e gelindiğinde Japonya Çin’e eşitlikçi olmayan bir antlaşma dayatmış ve Çin topraklarının bir bölümünde Mançurya’da erki alanı kurmuştu. Buna ek olarak Japonya sadece uluslararası hukuki statü anlamında Batılı güçlere katılmakla kalmamış aynı zamanda bir imparatorluk haline gelmişti

                                                                                                                                      1895   JAPON-ÇİN SAVAŞI                     

Meiji diplomasisinin 2.hedefi olan Ulusal Güvenlik Kore Yarımadasındaki düşmanın yarattığı etkilerle nasıl baş edebileceği üzerinde yoğunlaşmıştı. Iwakura misyonu 1873’te Japonya’ya döndüğünde Tokyo’da Kore’ye yapılacak seferlerle ilgili planlarla karşılaştılar. Bu seferin taraftarları Kore’ye Rus gücünün erişmesinden önce Japonya’nın etki kurmasında ısrarlıydılar. Ancak sefer  Iwakura ve Okubo’nun ‘’ fakir ve zayıf bir ülke’’ nin böyle bir macerayı kaldıramayacağı üzerine iptal oldu. Onlar önceliğin içte güçlenmeye verilmesinde ısrarcıydılar. Bu tartışmalar henüz çok yeni iken bu kişiler 1876’da kapalı krallığın kapılarını açan bir ‘’ hücumbot diplomasi ‘’ gösterisi için yetki verdiler. 1876’daki  savaş tehdidi   diplomasisi 1873’dekinden farklı değildi. Oda sadece kimin ne zaman insiyatif aldığı ile ilgiliydi.

                        Kore’deki etkisi genişledikçe, Japonya artan bir şekilde Rusya ile değilde  geleneksel olarak Kore üzerinde süzerenlik iddiasında bulunan Çin ile karşı karşıya gelmeye başladı. Bu düşmanlık en sonunda 1895’te savaşla sonuçlandı. Zamanın Japon Dışişleri Bakanı Mutsu Munemitsu , savaşının gerçek sebebinin Kore yarımadası üzerinde Japonya ve Çin arsında bir güç çatışması olduğunu  düşünüyordu. Ancak ‘’ Asya’yı bırakıp Avrupa’ya katılmayı ‘’ isteyen kuşağın ideolojik lideri olan Mutsu savaşı aynı zamanda Batı’ya Japonya’nın modernleştiğini göstermek amacıyla fırsat olarak görüyordu. O savaşın bir yönününde ‘’ Batı’nın yeni uygarlığı ile Doğu’nu eski uygarlığı arasındaki bir çatışma ‘’ olduğuna inanıyordu. Anılarında gururla Japonya’nın ‘’Çin karşısında elde edilen zafere dek yalnızca büyük bir doğal güzellikler parkı ‘’olarak düşünülürken şimdi Batı’nın onu en azından ‘’Uzakdoğu’nun üstün gücü’’ olarak gördüğünü yazmıştı.

                         Japonya’nın Çin topraklarını ele geçirme isteğine Rusya , Almanya ve Fransa’nın engelleme istekleri karşısında Japonya Çin zaferinden sonra fazla sevinemeyecektir. Giderek artan Rus tehdidi karşısında Japonya 1902’de İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Çok geçmeden 2 yıl sonra Japon-Rus savaşı başladı. Böylece Japonya girdiği savaşlar ve kazandığı neticelerle modernleşmesini başarılı bir şekilde hem orduda hem de kültüründe gösterecek ve 1945’e kadar ki sürece değin ‘’  Asya’nın gücünü gösteren devlet’’ olacaktır. 

                        YARARLANILAN KAYNAK: JAPON UZMANLARIN GÖZÜYLE MODERN JAPONYA

                                                                                       -EMRAH UZUN-

ARA”KAN” AĞLARKEN BİZ GÜLEMEYİZ


cropped-kardec59flerimle32.jpg                                                          
                               Değerli okurlar yeni bir yazımı daha sizlerle paylaşmaktayım. Öncelikle hepinizin geçmiş Mübarek Ramazan Ayı’nı kutlarım. Bu yazımızı içinde geçirdiğimiz bu aya hürmeten güzel yazılarla yazmak isterdik fakat İslam Dünyası’nın kanayan bir yarasını sizlerle paylaşmaz isek rahat edemezdik. Dinimizde yer alan güzel bir emir vardır. ” Eğer bir yerde bir zulüm görüyorsanız önce o zulmü engelleyin, engelleyemiyorsanız dilinizle tenkit edin, bunu da yapamıyorsanız en azından onlara kalbinizden buğz edin.” Bizde bu yazımızla Arakandaki zulmü durduramıyorsak bile en azından dilimiz döndüğünce tenkit etmeye ve Arakan’ın tarihini anlatmaya çalışacağız.
Arakan tarihte Burma’nın bir eyaleti olmaktan çok Doğu Hindistan’ın sınır eyaletidir. Çok erken tarihlerden, Moğolların ve Tibet-Burmaların 10. yüzyılda bölgeye varmalarına kadarki zaman diliminde Arakan, Bengal benzeri nüfusu ile bir Hint toprağı idi. Bu erken tarihlerde İslam ile tanışan Arakan’ın, özellikle 1203 yılında Bengal’in Müslüman olması ile birlikte İslam medeniyeti ile daha yakın temasa geçtiği bilinen bir gerçektir. Burmalılar tarafından Moğol ırkından geldikleri düşünülen Arakanlı Budistler (Rakhin), gerçekte Hindistan’da bulunan Bihar’dan 8. yüzyılda göç eden ve daha sonraları işgalci Moğollar tarafından asimile edilen Aryan Maghada Budistlerinin torunlarıdır. Arakan, 1430 yılında Süleyman Şah (Narameikla) tarafından kurulan Mrauk-U Hanedanı’ndan önce Burmalılar ve Monların bir takım engellemeleri ile karşılaşmış olsa da, hem Müslüman hem de Budist nüfusu ile her daim bağımsız bir statüye sahip olmuştur.
                                  Arakan tarihinde 1430’dan 1638’e kadarki süre zarfında bütün hükümdarlar -birkaç zorba hükümdarı saymazsak- sonradan İslam’ı seçmiş ve Bengal Kralı Sultan Celaleddin Muhammed Şah tarafından tahta getirilmiş olan Süleyman Şah’ın torunlarıdır. 1430 ile 1530 yılları arasındaki 100 yıllık süreç, Arakan ile Bengal’in birbirleriyle öylesine iyi ilişkiler kurdukları bir zaman zarfıdır ki, tarihçiler bu dönemi Arakan’ın Bengal’e kul köle olduğu dönem olarak adlandırmışlardır. Arakan, Bengal Sultanı tarafından ele geçirildiği dönemde tarihinin en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Ancak 1538 yılında Bengal’de iktidarın el değiştirmesi ile Arakan Kralı Zabuk Şah, ilk defa 1540 yılında Bengal’in Çittagong’u da içine alan güneydoğu bölgesini işgal etti. Lakin burası tekrar Bengal sultanlarının eline geçti. Bölge, 1582–1666 yılları arasındaki yaklaşık 100 yıllık süre içerisinde ise Arakan idaresinde kaldı.
                                 1430’dan beri Bengal ile sürdürülen iyi ilişkilere bakılır ve bugünkü Çittagong ve Arakan topraklarının yaklaşık bir asır boyunca eski Arakan tarafından yönetildiği göz önünde bulundurulursa, Arakan’da İngiliz sömürgeciliği öncesinde Çittagong halkı ile kültürel ve dini yakınlıkları ona Müslüman yerleşim bölgelerinin bulunmadığı nasıl söylenebilir? Arakan’daki Müslüman yerleşimcilerin çok uzun zamandan beri orada bulunuyor olmaları, dürüst hiç bir tarihçi tarafından yalanlanamaz. Ancak gerçek şudur ki, Müslümanların nüfusunun artması ve etkin bir konuma gelmeleri, ancak Süleyman Şah tarafından kurulan Mrauk-U Hanedanı sayesinde, zaman içerisinde gerçekleşmiştir.
Çittagong’un 1582 yılındaki işgalinden sonra Arakan kralları, Bengal’in kontrolünü elinde tutan Moğollara karşı Portekizliler ile iş birliği yapmak zorunda kalmışlardır. Ancak 1638 yılından sonraki gelişmelerle birlikte Arakan’ın güçleri gittikçe azalan Budist kralları Portekizlilere öylesine bağımlı hale gelmişlerdir ki, Çittagong’un sınır eyaletleri Portekizli korsanların uğrak yeri olmuştur. Bir seyyah, 1650 yılında kayıtlarına şu notu düşmüştür: “Portekizliler Çittagong’da bir çeşit hakimiyet kurdular ve her ırktan haydut ve korsan ile iş birliğine girdiler… Gerek denizde, gerek karada soygunlar yaptılar.” Yine Portekizliler Aşağı Bengal bölgesini yağmaladılar ve nüfusu seyrelterek çöle çevirdiler. Portekizlilerin bu barbarca davranışlarına Maghlar da ortak oldu. Onlar da yüz kızartıcı “korsan” ünvanını aldılar. İşte bu nedenledir ki, bugün hiç bir Arakanlı Budist bu isme sahip çıkmaz.
Arakan’ın Budist kralı Sanda Tudamma’nın, kötü talihli Moğol prensi Şah Şuca’ya koruma tahsis etmesi ve ardından prensi katletmesi, zaten iyi durumda olmayan Arakan-Moğol ilişkilerinin iyice bozulmasına neden olurken; Çittagong’un geriye dönüşü olmayacak şekilde elden çıkması sonucunu getirmiştir. Şah Şuca ve yandaşlarının katlinden sonra Arakan’ın Burma tarafından son işgaline kadar iki kardeş toplum arasında, Burmalıların Arakan’ı ele geçirmelerine kadar varan amansız bir mücadele olmuştur. Her ne kadar Burmalılar İngilizlerden bağımsızlıklarını kazanma sürecinde Arakan’ın işgalini kendilerince haklı göstermeyi başarsalar da, tarih, gerçekliğinden kuşku duyulmayan birçok olayla doludur. Burmalılar da Arakan’da yabancı saldırganlar ve işgalciler olarak kalmışlardır.
Şu anda Arakanlı Müslümanların lideri konumunda bulunan Dr. Muhammed Yunus, Arakan’da katliamın devam ettiğini belirterek, ”Arakan’da yaşayan Budistler, yetkililerin desteğiyle yağmalamalar yapıyor. Güvenlik güçlerinin silahlarıyla Müslümanları öldürüyorlar” dedi.
”İslam Dünyası Ramazan’da İstanbul’da Buluşuyor” programı kapsamında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Yunus, yaptığı açıklamada, Müslümanlara yapılan zulmün Myanmar hükümetinin desteğiyle gerçekleştirildiğini söyledi.
Daha önce de Arakanlı Müslümanlara yönelik zaman zaman katliamlar yapıldığını anlatan Yunus, son olayların ise 3 Haziran’da başladığını anımsattı.
“Arakan’da yaşayan Budistler, yetkililerin desteğiyle yağmalamalar yapıyor. Güvenlik güçlerinin silahlarıyla Müslümanları öldürüyorlar” diyen Yunus, Müslümanların büyük acı ve zulümle karşı karşıya olduğunu anlattı.
Bakmayın siz Budistlerin sinema filmlerinde şirin gösterildiklerine bu her zaman yapılmış gerçeği örtme misyonudur. Buda felsefesi yalanları üzerine temelleştirdikleri öğretileri sinema diliyle şirin göstererek katliamlarını arka bahçeden hep sürdürmüşlerdir.
                              Değerli okurlar Arakan’daki müslüman kardeşlerimizi unutmayalım ve unutturmayalım. Tıpkı Somali gibi Filistin, Suriye, Irak, Doğu Türkistan’daki katliamları unutmamamız gerektiği gibi Arakanı da unutmayalım. Çünkü ARA ” KAN ” AĞLARKEN BİZ GÜLMEMELİYİZ….

Türkiyenin aydınlık geleceği


cropped-kardec59flerimle32.jpgTürkiye imparatorluk mirası olarak geçmişten aldığı kültür birikim ve özgüvenle gelecek yarınlar için tüm dünyanın dikkatini çekecek ve  insanlık bu güzel yurdum insanından gelecek olan himmetleri tabiri caizse dört gözle bekliyor olacaktır. Bizlere düşen görev konumumuzun kıymetini bilip zamanımızı en iyi şekilde kullanmak ve bizden beklenene layık olabilmek için gecemizi gündüzümüze katıp çalışmak kendimizi geliştirmek malayani işlerden mümkün mertebe kaçınmak vazife şuuruyla hareket etmek aydınlık yarınlar için hepimizin şiarı olmalıdır.    

                                                                                               -Emrah UZUN-